Gittim*… Sıradan bir mahallede, sıradan insanlar içinde… Bakmazsanız özellikle -burası nedir diye- farkedilmeyecek kadar saklı. Kendi gibi tıpkı. Şen şakrak kuş cıvıltılarının eşlik ettiği, yorgun düşenlerin bahçesinde mola verdiği, daha çok ezan vaktini bekleyen yaşlıların vakit geçirdiği, bir küçük satıcının hatıra eşyaları dizdiği, minik arabası gibi sade, yalın, sakin ve alabildiğine derin türbesi… Küçük bir camiinin içinde, sanki gizlenmek istermiş gibi ve dahi sanki özel değilmiş gibi, köşesine çekilmiş öylece yatıyor… Oysa burada yatan sıradan biri değil asla ve kat’a; sıradan taş görünümlü bir cevher, elmastır hatta; Şems! Şems yatıyor burada!
Çağırdı beni yanına, gittim! O ne huşu idi Ya Rab! İliklerime kadar hissettim. Dünya bir anda silikleşti; İlter, Selim, Kerim ve dahi ben de silindim. Bir tek ince biz sızı gibi akan gözyaşlarım diriydi, dindiremediğim, doğrusu dindirmeyi de istemediğim… Nedendi, niyeydi bu ağlayışım hiç bilemedim. Sevinç, hüzün, keder, vuslat, acı, sevgi, aşk, geç kalmışlık sebep neydi? Sanki yıllardır içimde biriktirdiğim acı, sızı, sıkıntı, keder, öfke, öfkenin kirliliği ne varsa topyekün dışarı çıkmak için bugünü beklemişti. Sanki bana da hocalık etmek istemişti, sanki ehlileştirmek ister gibiydi yabanlığımı ve yavanlığımı. Sanki tüm acı birikimlere topluca ağlamakla geçecekti derdim. Sanki savunmasız her canlıya yapılan zulmün, sanki kaçırılan her bir çocuğun, sanki şehit düşen gencecik bir fidanın, sanki haksızlığa uğramış her insanın içimde biriken derin acısı bu vesileyle içimden dökülmekteydi. Önce nahif bir dere, sonra azgın bir çağlayan gibi…
Selim’in yanıma gelip, gözümün ta içine bakmasıyla dünya netleşti. Gelmeden de anlatmıştım ona, kimlere gideceğimizi. Bak, dedim. Hani birbirini çok seven iki arkadaş vardı ya, işte burda yatan onlardan biri; Şems Hazretleri. Peki niye ağlıyorsun, der gibi bakışlarına cevaben bir şeyler söylemek istedim, beceremedim. Ne olduğunu ben de bilmiyordum ki. Gene de bir şeyler geveledim; “Yanına geldiğim için çok sevinçliyim ama bir yandan da kederliyim. O iki arkadaş birbirini çok severmiş ya hani, onları çok kıskananlar olmuş, demişler -Mevlana bizimle ilgilenmiyor, hep onunla, bizi gözü görmüyor- kıskançlıktan gözleri dönmüş ve bu kötü duyguya yenilip, bir gece Şems’i öldürmüşler.” Haksızlık karşısında çılgına dönen, Selim gene yumruklarını sıkıp, titremeye başladı, gözler yarı aralık, kaşlar çatık “Çok kızıyorum o insanlara, hepsine gününü göstereceğim beeeeen!!!”… Sarıldım ona, Şems’in şu anda can dostu Mevlana ile cennetin en güzel yerinde ve beraber olduklarını, aşığı oldukları Allah’a kavuştuklarını, aslında üzülmenin yanlış olduğunu ama gene de hüzünlendiğimi söyledim. Bir nebze rahatladı ve camiinin içinde Triceratops (3 boynuzlu dinozor) olmaya devam etti. Bir an ne saçmalıyor bu çocuk derken, Şems’in de onu gördüğünü ve sevgiyle gülümsediğini hissettim. Ve kendi hoşgörüsüzlüğümden iğrendim. Bu vesileyle dua etmek aklıma geldi. “Bizlere de onların ilminden ver, Ya Rab! dedim. İlminden, hoşgörüsünden, sevgisinden ve önyargısız müşfikliğinden..”
Kerim pusetinde, sessizlik içinde idi, normaldeki çığırtkanlığının aksine. Aldım onu ve Şems’in karşısına getirdim. Bu da benim oğlum, Kerim, dedim. Bildim ki Kerim’i de, Selim’i de pek sevdi. Uzunca bir hasbihalden sonra vedalaştık. Uğurladı bizi. Bildim, bizi sevdi. Tüm sevimsizliğime rağmen. Zaten o değil midir ki, Şems’i Şemseddin yapan.
Gittim.. Can dostundan az ötede, bir anda bıçakla kesilmiş gibi, kaybolan sıradanlık, varolan şaşaa içinde. Konya’nın en özel yerinde, “Gel, ne olursan ol yine gel!” sözünü tesciller nitelikte; dünyanın her yanından akın eden insanlar eşliğinde, heybetli alabildiğine. Her ne kadar “Gökkubbeden ala kubbe mi var?” dese de yaşamı gibi özel ve nadide kubbesi de. Girdim Gül Bahçesi’ne, ardından Huzur-u Pir’e. Kalabalık alabildiğine. İyi de ben bu kalabalık içinde nasıl konuşacağım kendisiyle? Oysa zar zor atabiliyorum kendimi yakınına? Bir yandan da kaybetmeme telaşındayım İlter’i ve taşkın Selim’i. Oysa düşündüğüm bu değildi, varacaktım yanına, “Geldim ya Hazret!” diyecektim, “Demiştin ya hani, -Ümitsizlik dergahı değil bizim dergahımız, biz geleni terketmeyiz- işte geldim, ümidimle, lütfen beni terketmeyiniz!” Diyemedim… Bilirim, aldın selamımı, sen de selamladın herbirimizi. Ama gönül başka türlüsünü dilerdi. Ben kalabalıklarda sağsalim düşünmeyi bilmem ki. Çok zorladım kendimi, huşuya, duaya ama sanki zorakiydi hepsi. Üstelik kalabalıkta yer işgal etmekten çekinip uzun uzun hasbihal de edemedim. Şehre ilk girdiğimde, kalbim küt küt atarken heyecanla, uzaktan selamlarken seni, -gel!-dedin ya hani, gidişimde oldu gelişim gibi. Ancak dışardan el sallarken, selam yollarken sana derin bir şeyler hissedebildim, yakınındaymış gibi.
Mevlana ve Şems. Tıpkı yaşamlarındaki gibi dünyadaki izdüşümleri. Şems; sıradan, halktan, gösterişsiz, dikkat kesilip bakılmadıkça zor farkedilen, bir farkedildi mi de bir daha vazgeçilmeyen, cevheri gizli, tıpkı türbesi gibi. Mevlana; bilindiğinden beri kalabalıklar içinde, el üstünde tutulan, cevheri aşikar, kıymetli ve değerli, tıpkı türbesi gibi. Mevlana ve Şems; bilirim yok birinin birine üstünlüğü. Bilirim, biri aynada diğerinin aksi. Mevlana; bilirim çok değerli. Ama ben her zamanki gibi, köşede kalanı daha çok sevdim, daha yakın hissettim. Teşbih olmasın ama Dostoyevski’yi daha yakın hissetmem gibi.**
Hz. Mevlana çok büyük bir insandır, şeksiz şüphesiz. Ancak Mevlana hamken, yanmasına vesile olan ve pişmesi uğruna başını vereceğini bilerek aradan çekilen, gene de kendini göstermeyen Şems, her haliyle kalbimde derin bir iz bıraktı. Ve kalbim Şems’de kaldı.
*Bab-ı Esrar: Dinlemeyi tavsiye ederim.
**Turgenyev ve Dostoyevski aynı dönemin yazarlarından. Turgenyev zengin bir ailenin oğlu, her daim varlık içinde ve keyfince yazıyor. Dostoyevski ise tam aksine, para kazanmak için yazmak da yazmak zorunda. Hatta şöyle demiş bir keresinde “Hayatımda bir kere olsun, para derdi olmadan yazmak isterdim.” Kitaplarını bir kez dahi okumadan basıma göndermek zorundaymış çoğunlukla para kazanmak için. Bunu duyunca hepten tutulmuştum Dostoyevki’ye.
|
Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi |
|
Mevlana Müzesi ve Türbesi |
|
Huzur-u Pir (Mevlana Hz. ‘nin türbesinin ve Mevlevilik Tarikatı’nın kuruluşuna ait pek çok şeyin bulunduğu yer) |