Kibir, en sevdiğim günahtır.* |
Selim’in okul işi yılan hikayesine döndü. Önce uygun okulu tespit etmek, ardından okulun olduğu lokasyonda ev aramak, yerleşmek, kim bilir o sırada satılığa çıkarttığımız evin satılması ile bir kez daha taşınmak zorunda kalmak ve daha yazmaya bile üşendiğim türlü belirsizlikler, bezdiren karasızlıklar ile kilitlenmiş durumdaydım bir süredir. Sadece sağlıksız bir biçimde günün rutin akışını takip ediyor, yaşamak için elzem olanla yetiniyorum. Sevimsiz bir donmuşluk ve salıvermişlik hakim beynime ve dahi bedenime. Sanki tüm bu olaylar, mutlak surette benim belirlediğim sırada ilerlemesi gereken ve birbirinden asla ve kat’a ayrılmaz, güçlü bir zincirin parçalarıymış gibi davranıyorum. Ne bu sıkı zincire yeni bir halka ekleyebilmem, ne halkaların yerlerini değiştirmem ve ne de bu zincirden vazgeçmem mümkün görünüyor. Varsa yoksa bu kısır zincir!
Basit gibi görünen bu sinir bozucu durumun üzerine bir de Emziren Anne Embesilliği eklenince, kaskatı kesilmiş halde, oturduğum yerde oturuyor, bulanık ve donmuş zihnimin beni bu keşmekeşten çıkarmasını bekliyorum. Derken önce Sevdiğim bir Anne‘nin tatlı sözleri ilk uyanışa vesile oluyor; ‘Sen yükünü yükle, gemini teslim et sahibine’ dedi. Ardından bir başka Sevdiğim Anne hayata geçirilebilir akılcı bir fikir veriyor, -ilkin ‘Oyun Ablası’ bul- diyor Selim’e. Birden zincirin halkaları gevşiyor, kurumuş beynim gevşiyor, bedenimdeki kaslar gevşiyor ve nihayetinde ruhum gevşiyor. İçinde olduğum puslu hava, bulanık görüş açılıyor, aydınlanıyorum. İçinden çıkılmaz ve yerinden oynatılmaz, asla ve kat’a ayrılmaz sandığım zincirin halkaları gözümdeki birincil değerlerini yitiriyor vesselam.
Biz Modern Anneler (!) hem kitaplar deviriyor (!), her uzmanı önemsiyoruz, zırva olsun olmasın her tür bilgiyi ayran budalası gibi ağız bir karış açık dinliyoruz yani bir nevi devamlı eksik gedik görüyoruz kendimizi, hem de küstah ve itici bir bilgiçlik, bir kibir içersinde oluyoruz. Yukardaki tabloya bakınca uzaktan, kendimden ne kadar çok şey beklediğimi, kendimi ne de çok şey sandığımı görüp tiksiniyorum bu aşağılık tavrımdan. 4 kişilik ailemin hayatını devam ettirebilmesi için gerek ve yeter şartın benim sevimsiz ve aslında kilitlenmiş zincirim olduğunu zannediyorum. Zayıflığımı, acizliğimi, küçüklüğümü unutup büyükleniyorum. Ailem hakkında herşeyin en iyisini bildiğimi sanıyorum, hem de bu zavallı halimle. Hem donmuş, uyuşmuş beden-ruh-zihin üçlemesi ile hem de iki çocukla delirmenin eşiğine gelmiş, belki de çoktan delirmiş halimle. Oysa -sen yükünü yükle ve gemini bırak sahibine- hepi topu bu yapmam gereken.
Annelik kutsal derler ya pek iyi, pek ala ama bazen geliyor maskaralık boyutuna. Ne sanmıyoruz ki kendimizi; çocuğun ne, nasıl, ne zaman, ne kadar yemesi gerektiğini, ne zaman uyuması, ne zaman kalkması gerektiğini, ne zaman işemesi, ne zaman kaka yapması gerektiğini, ne zaman oynaması, ne zaman durması gerektiğini, ne zaman okula başlaması, ne zaman çalışması gerektiğini, ne zaman sevmesi, sevilmesi gerektiğini, hatta ne kadar sevmesi gerektiğini en iyi biz biliyoruz. 5N1K biziz! Yani ne, nerede, ne zaman, nasıl, kim sorularının cevabını verecek tek biziz. Haşa! Esasında pespaye olan ama çok matah sandığımız annelik bilgimiz; koca bir –hiç-ten ibaret. Bir kere -Biz çocuklarımızın sahibi değiliz. Sadece emanetçileriyiz.- İkincisi kendimizden bile haberdar değiliz ki. Kibrimiz ve küstahlığımız ve belki okuduğumuz iki üç adet kitap, ordan burdan edindiğimiz bir iki faaliyet, dinlediğimiz bir iki söz ile kendimizi -hamdım,yandım, piştim- kıvamında sanma gafletindeyiz. Kendimizden bihaber iken nasıl oluyor da tüm aile adına en doğru kararı verme yetkinliğinde ve gücünde sanabiliyoruz kendimizi? Çoğunlukla öyle şaşırıveriyoruz ki, babayı da hizaya sokmaya çabalıyoruz. Hem kendine, hem çocuğuna nasıl davranması gerektiği hususunda talimatlar veriyoruz, kimi zaman ölümüne savaşıyoruz. E ne de olsa biz herşeyi biliyoruz. Gaflet ve dalalet oysa içinde olduğumuz.
Yukardaki örnekte olduğu gibi hayatın esası yerine koyduğum sıralama ve bilmişlik zırvam, bir söz ve bir öneri ile oldu alabora. Oysa Kerim doğmadan doktorumuz bize şunu önermişti; kardeşi gelmeden önce Selim’i ya anaokula yazdırın yahut oyun ablası ayarlayın. Kaskatı kesilmiş zihnim çözümsüzlük çemberinde dolanırken, herşeyi bildiğini, herşeyin çözümünü kendinde bulacağını sanarken varolanları bile kulak arkası etmişim. Şimdi oyun ablası işi halloldu.. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ümidim… yeter ki -ben herşeye yeterim, herşeyi bir ben bilirim- diyen Annelik Kibrine kaptırmayayım kendimi.
Hem varsın okul da seneye kalsın a canım! Ucunda ölüm yok ya! Hem bir sene daha oğlumla sıksıkı olurum, başbaşa! Kim bilir seneye o geminin asıl sahibi ne limanlar çıkarır karşımıza. Ben küçük zihnimle dünyayı kurtaran kadın pozlarından kurtarayım kendimi en evvela.
Bu vesileyle, Halil Cibran’ın bloglar sayesinde tanıştığım şu şiirini keyifle yazayım istedim; Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil. Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil. Çünkü ruhlar yarındadır, Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları Kendiniz gibi olmaya zorlamayın. Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur. Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. Okçunun önünde kıvançla eğilin Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever. |
*Şeytan’ın Avukatı filminde Şeytan’ın sözü. |