Tag Archives: Kardeş Gelince

Annelik Kibri

Kibir, en sevdiğim günahtır.*

Selim’in okul işi yılan hikayesine döndü. Önce uygun okulu tespit etmek, ardından okulun olduğu lokasyonda ev aramak, yerleşmek, kim bilir o sırada satılığa çıkarttığımız evin satılması ile bir kez daha taşınmak zorunda kalmak ve daha yazmaya bile üşendiğim türlü belirsizlikler, bezdiren karasızlıklar ile kilitlenmiş durumdaydım bir süredir. Sadece sağlıksız bir biçimde günün rutin akışını takip ediyor, yaşamak için elzem olanla yetiniyorum. Sevimsiz bir donmuşluk ve salıvermişlik hakim beynime ve dahi bedenime. Sanki tüm bu olaylar, mutlak surette benim belirlediğim sırada ilerlemesi gereken ve birbirinden asla ve kat’a ayrılmaz, güçlü bir zincirin parçalarıymış gibi davranıyorum. Ne bu sıkı zincire yeni bir halka ekleyebilmem, ne halkaların yerlerini değiştirmem  ve ne de bu zincirden vazgeçmem mümkün görünüyor. Varsa yoksa bu kısır zincir!

Basit gibi görünen bu sinir bozucu durumun üzerine bir de Emziren Anne Embesilliği eklenince, kaskatı kesilmiş halde, oturduğum yerde oturuyor, bulanık ve donmuş zihnimin beni bu keşmekeşten çıkarmasını bekliyorum. Derken önce Sevdiğim bir Anne‘nin tatlı sözleri ilk uyanışa vesile oluyor; ‘Sen yükünü yükle, gemini teslim et sahibine’ dedi. Ardından bir başka Sevdiğim Anne hayata geçirilebilir akılcı bir fikir veriyor, -ilkin  ‘Oyun Ablası’ bul- diyor Selim’e. Birden zincirin halkaları gevşiyor, kurumuş beynim gevşiyor, bedenimdeki kaslar gevşiyor ve nihayetinde ruhum gevşiyor. İçinde olduğum puslu hava, bulanık görüş açılıyor, aydınlanıyorum. İçinden çıkılmaz ve yerinden oynatılmaz, asla ve kat’a  ayrılmaz sandığım zincirin halkaları gözümdeki birincil değerlerini yitiriyor vesselam.

Biz Modern Anneler (!) hem kitaplar deviriyor (!), her uzmanı önemsiyoruz, zırva olsun olmasın her tür bilgiyi ayran budalası gibi ağız bir karış açık  dinliyoruz yani bir nevi devamlı eksik gedik görüyoruz kendimizi, hem de küstah ve itici bir bilgiçlik, bir kibir içersinde oluyoruz. Yukardaki tabloya bakınca uzaktan,  kendimden ne kadar çok şey beklediğimi, kendimi ne de çok şey sandığımı görüp tiksiniyorum bu  aşağılık tavrımdan.  4 kişilik ailemin hayatını devam ettirebilmesi için gerek ve yeter şartın benim sevimsiz ve aslında kilitlenmiş zincirim olduğunu zannediyorum. Zayıflığımı, acizliğimi, küçüklüğümü unutup büyükleniyorum. Ailem hakkında herşeyin en iyisini bildiğimi sanıyorum, hem de bu zavallı halimle. Hem donmuş, uyuşmuş beden-ruh-zihin üçlemesi ile hem de iki çocukla delirmenin eşiğine gelmiş, belki de çoktan delirmiş halimle. Oysa -sen yükünü yükle ve gemini bırak sahibine- hepi topu bu yapmam gereken.

Annelik kutsal derler ya pek iyi, pek ala ama bazen geliyor maskaralık boyutuna. Ne sanmıyoruz ki kendimizi; çocuğun ne, nasıl, ne zaman, ne kadar yemesi gerektiğini, ne zaman uyuması, ne zaman kalkması gerektiğini, ne zaman işemesi, ne zaman kaka yapması gerektiğini, ne zaman oynaması, ne zaman durması gerektiğini, ne zaman okula başlaması, ne zaman çalışması gerektiğini,  ne zaman sevmesi, sevilmesi gerektiğini, hatta ne kadar sevmesi gerektiğini en iyi biz biliyoruz. 5N1K biziz! Yani ne, nerede, ne zaman, nasıl, kim sorularının cevabını verecek tek biziz. Haşa! Esasında pespaye olan ama çok matah sandığımız annelik bilgimiz; koca bir –hiç-ten ibaret. Bir kere -Biz çocuklarımızın sahibi değiliz. Sadece emanetçileriyiz.- İkincisi kendimizden bile haberdar değiliz ki. Kibrimiz ve küstahlığımız ve belki okuduğumuz iki üç adet kitap, ordan burdan edindiğimiz bir iki faaliyet, dinlediğimiz bir iki söz ile kendimizi -hamdım,yandım, piştim- kıvamında sanma gafletindeyiz. Kendimizden bihaber iken nasıl oluyor da tüm aile adına en doğru kararı verme yetkinliğinde ve gücünde sanabiliyoruz kendimizi?  Çoğunlukla öyle şaşırıveriyoruz ki, babayı da hizaya sokmaya çabalıyoruz. Hem kendine, hem çocuğuna nasıl davranması gerektiği hususunda talimatlar veriyoruz, kimi zaman ölümüne savaşıyoruz. E ne de olsa biz herşeyi biliyoruz. Gaflet ve dalalet oysa içinde olduğumuz.

Yukardaki örnekte olduğu gibi hayatın esası yerine koyduğum sıralama ve bilmişlik zırvam, bir söz ve bir öneri ile oldu alabora. Oysa Kerim doğmadan doktorumuz bize şunu önermişti; kardeşi gelmeden önce Selim’i ya anaokula yazdırın yahut oyun ablası ayarlayın. Kaskatı kesilmiş zihnim çözümsüzlük çemberinde dolanırken,  herşeyi bildiğini, herşeyin çözümünü kendinde  bulacağını sanarken varolanları bile kulak arkası etmişim. Şimdi oyun ablası işi halloldu.. Gerisi çorap söküğü gibi gelir ümidim… yeter ki -ben herşeye yeterim, herşeyi bir ben bilirim- diyen Annelik Kibrine kaptırmayayım kendimi.

Hem varsın okul da seneye kalsın a canım! Ucunda ölüm yok ya! Hem bir sene daha oğlumla sıksıkı olurum, başbaşa! Kim bilir seneye o geminin asıl sahibi ne limanlar çıkarır karşımıza. Ben küçük zihnimle dünyayı kurtaran kadın pozlarından kurtarayım kendimi en evvela.

Bu vesileyle, Halil Cibran’ın bloglar sayesinde tanıştığım şu şiirini keyifle yazayım istedim;


Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
*Şeytan’ın Avukatı filminde Şeytan’ın sözü.

Sahne Senin Küçük Kardeş!

Küçük kardeş ilk dünyaya geldiğinde anne, baba, aile büyükleri, küçük ve büyük kardeş çetin bir savaşın içine çekilirler. Büyüğü ruhsal olarak, küçüğü de fiziksel olarak korumak adına herkes teyakkuza geçer.  Ne denli çaba sarfedilirse sarfedilsin küçük kardeş illa ki büyük kardeşin türlü eziyetlerine, zulümlerine maruz kalır. Anne ve baba da içi sızlayarak takip eder bu durumu yakinen. Bir yandan küçüğe içi sızlar, bir yandan büyüğe makul davranmaya uğraşır. Küçük, sessizce ve arka odalarda sevilir. Ve büyük oranda ihmal edilir. Büyüğün gözüne gözüne sokarak, koca harflerle “Biz seni hala çok seviyoruz.” cümleleri sıralanır birbiri ardına.  Abartılı davranışlar sergilenir,  içten gelsin gelmesin  sevgi gösterilerine girilir.
Küçüğe “Aptal o, birşeycikten anlamıyor, o yüzden onunla daha çok ilgileniyoruz.” denilse de büyük kardeş aptal yerine konur asıl. O da, ya o hengame içinde bunu farketmez ya da anne ve babadan intikam almak uğruna işkenceyi uzatır ve farkında değilmiş gibi davranır. Ve gene bildiğini okur. Canı sıkıldıkça kardeşini mıncıklar, “Seviyorum ama !” diye masumane rollerle işkenceye devam eder küçük kardeşe. Öpeceğim, adı altında ısırmalar, sarılacağım adı altında kardeşi morartana kadar sıkmalar baş gösterir. Anne ve babanın zoraki gülümsemelerinin arkasında duran gerginliği elbette sezer ancak bu onu daha çok kamçılar, zira herşeyin sorumlusu onlardır. Hazır fırsat varken onlara da, bebeğe de eziyete devam edilmelidir. Çıldırmanın eşiğine gelinen bu günlerde anne ve babanın da her daim soğukkanlılıklarını koruyamadıkları görülür, bazen büyük kardeşe sert çıkışlar yapıldığı da olur. Ancak bu derin bir vicdan azabı olarak geri döner ebeveynlere. Zaten ebeveynler ölümcül bir tercih yapmak zorundadırlar, ya bebek ihmal edilecektir, ya büyük kardeş ve illa ki derin bir vicdan azabı olacaktır bu tercihin sonunda.
 
Geçmez sanılan bu büyük kaos zamanla kabul edilebilir olur. Bir süre sonra da taraflar sakinleşme yoluna girer. Giderek küçük kardeşin sevilme potansiyeli artar ve arka odalardan salona taşınır biraz biraz sevmeler. Gene de anne ve baba titiz davranmaya devam eder, etmelidir de. Nitekim büyük kardeş, küçük kardeşi tamamen unutmuş değildir, sadece geri çekilmiş izlenimi uyandırmaktadır. Derken küçük kardeş ezikliğinden sıkışmışçasına “ben burdayım!” diye ortaya atar kendini. Zaten bu sırada küçük kardeş tadından yenmez bir kıvama gelmiştir, haliyle daha aşikar sevilir. Evin içinde ilgi kaybına nispeten alışan büyük kardeş, evin dışında birilerinin küçük kardeşe duyduğu yoğun ilgiyle ilk günkü yaban günlerine geri döner. Küçük kardeşi çekiştirmeler, öpeceğim diyerek kıstırmalar baş gösterir derhal. Tansiyon bir yükselir, bir düşer böylesi durumlarda. Bu duruma da alışılır. Derken bir tarafa itilmiş, sinik ve silik  geçen bir 6 ayın ardından, küçük kardeş “yetti yahu!” diyerek bayrağı devralır ve “Bundan böyle sahne benim” der adeta. Ve giderek büyük kardeş silikleşmeye, küçük kardeş yırtıcılaşmaya başlar. Ara sıra roller değişir, debelenme başlar.
İşte, bir süredir ayak seslerinden geldiğini anladığım şey buna alametmiş. Kerim uyanışa geçti ve bayrağı devralma yoluna girdi. Bugün gittikçe yükselen diş sancısıyla birlikte varlığını tamamen ortaya koydu ve kabul ettirdi zor da olsa. Selim ise ürkek, ne yapacağını bilmez halde idi. Kah kızdı, kah acıdı, kah susturmaya çalıştı, kah bağırdı, kah sustu. Bir ara ne uyuyan, ne duran ama sadece ağlayan Kerim’e “Ne istiyorsunnn?” diyerek yükselttim sesimi, Selim titremeye başladı kızgınlıktan, bana kızmaya da korkuyor ama kendini tutamıyordu, halinden anlaşılabiliyordu ancak;
-Ne oldu? diye sordum,
-Kardeşime iyi davran anne!!! dedi yumruklarını sıkarak.  
-İyi de ne yapsam olmuyor, ben de ne yapacağımı şaşırdım ve çok yoruldum.” 
-O zaman tut kendini annee! diyerek bir ders daha verdi bana. 
Bir ara Kerim uyusun diye yürümeye korktu. Evde çıkan -çıt- sesine dahi uyanan Kerim, elbette bir başka çocuğun olduğu ortamda uyumakta çok zorlandı hatta hiç uyumadı. Bunun da faturası Selim’e çıktı çoklukla. Bir ara ben Kerim’i onmilyonuncu kez uyutmaya yeltenirken o da yanıma geldi, yerinden kıpırdayama korkuyordu. Tam Kerim gözlerini kapamışken ninni söylemeye başladı ve Kerim elbette gözlerini derhal açtı. Ben de iyi niyetli olduğunu bilmeme rağmen o anki  yorgunluğun ve çaresizliğin etkisiyle kızdım Selim’e. Bütün günün sıkıntısı, ihmal, gereksiz kızgınlıkları biriktirdiği anlaşılan Selim ağlamaya ve “Ben sadece yardım etmeye çalışıyordum, hem sana yardım ediyorum ki benimle ilgilenmeye de vaktin kalsın!” diyerek içimi dağlamayı başardı gene. Üstelik gözlerini kapamaya uğraşıyor ve ağladığı farkedilmesin istiyordu. Ah Selim, vah Selim!
Yoksa eskilerin dedikleri “An olur, küçük kardeş ayağa kalkar ve büyük kardeşe zulmeder.” hali mi gerçeğe dönüşüyor? Yoksa Selim giderek garibanlaşırken, Kerim aslan kesilen mi olacak? Yoksa bu Deli Anneye bir başka iç acısı mı görünüyor ufukta? Üstelik pek müsaitken kendine keder bulmaya? Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler, deyip, güzel düşünmeli..

2.Çocuk Ütopyası

Selim’de çok zorlandım ben. İlk çocuk acemiliği, etrafımda deneyimli birilerinin olmayışı, Selim’in yapısal zorluğu birleşince ortaya dramatik durumlar çıkıyordu sık sık. Doğduğu ilk geceden itibaren başlayan, kolikle devam eden korkunç ağlamalar, süt yetmezliği ile 4.aydan itibaren başlayan yememezlik hali, sese, kokuya, ağrıya aşırı duyarlılığı, tarifsiz diş sıkıntıları ve buna eşlik eden inanılmaz bir uyku direnci, ki gece 2 den itibaren uyanır, sabaha dek uyumaz, uyutmazdı, uyusun da ne olursa olsun diyerek ayakta sallamayla gelişen kendi kendine uyuyama hali ve devamlı sallanma isteği, her an terlemesi ve buna bağlı olarak sık hastalanması vs. ile zor günler, gecelerdi. Etrafımdakilerin deyişiyle 10 çocuk bakmış kadar oluyordum Selim’le. Geçti çok şükür.

O yüzden Selim’in bebekliği ile geçen bir yıl hem hayatımın en uzun süren yılıdır, hem de o harala gürele içinde geçen, kayıp bir yıldır benim için.  Bütün enerjimi Selim’in işlerine adadığımdan onu doyunca sevmeye fırsat bulamadığım ve bunun için epeyce hayıflandığım bir yıldır. Oysa başkalarının çocukları için bile deli olurdum ben, etrafta bir bebek bulsam saatlerimi onla geçirirdim hiç düşünmeden. Kendi özçocuğuma kendimi veremiyordum bir tek. Çocuklarla ilişkimi görenler her daim “Senin çocukların çok şanslı olacak!” derlerdi. Dedikleri gibi olsaydı keşke! Şimdi farkediyorum ki Selim’le ilişkimiz büyük oranda ciddiyet, az miktarda keyfiyet ve samimiyet üstüne kuruluydu. Oysa başka çocuklarla tam tersi geçerliydi. Bu yüzden de eğlenceli idi, eğlenceli idim ben de. Ve gene o yüzden Selim’de eğlenceli  biri olmaktan ziyade anne sorumluluğunun alabildiğine hakim olduğu sıkıcı biriydim. Acıklı bir durum!

Bazen Selim’in başka birinin çocuğu olduğunu düşündürtürdüm kendime zorla. Hiç bir işle uğraşmadan onun yanına sokulur, gevşemeye çalışır ve başka bir gözle bakmaya çalışırdım ona. Gözlerinin içiyle gülen, sevimli, ilgili, tadından yenmeyen, yanında olmaya  can atacağım bir bebek olurdu Selim böyle bakınca. Ama gel gör ki, ilacı, kakası, çişi, uykusu, maması vs. derken şöyle bir sakinleşip de onunla yeterince hasbihal edemiyor, sevişemiyordum doyasıya.

İşte bu dönemlerde kulağıma çokca çalınan, “İlkler hep zordur, ikinci bebekler çok daha sakin ve kolaydır.” söylemlerini saklı tuttum içimde. İkinci bir bebeğimiz olursa şayet, bunun çok daha kolay olacağına, öyle kolik, uykusuzluk, aşırı duyarlılık, yememezlik, süt yetmezliği yaşamayacağıma çok derinden inandım. Üstelik bu bebekle daha sakin, daha tecrübeli olacağımdan tadına da varacaktım bebek büyütmenin. Ve ötesini berisini çok da düşünmeden ikinci bebeği beklerken buldum kendimi. Yani oldukça ütopik bir girişimdi benim için. Selim gibi bir çocuğu büyüten bir annenin başka bir çocuk düşünmesi tek başına ütopya değil midir zaten? Üstelik  benim koşullarımda; yardımsız ve desteksiz. Hangi mantıklı anne bundan sonra 2. çocuğa cesaret edebilirdi?

Yapısal olarak böyleyimdir ben. Bir işe başlarken detaylı planlar, ince hesaplar yapmam, paldır küldür işin içinde bulurum kendimi.Tezcanlılığım hayatın her aşamasında aynı şekilde işler. Evliliğim de böyle oldu, ilk çocuğu istemem de, Moskova’ya yerleşmemiz, ordan Petersburg’a geçişimiz ve ordan gene İstanbul’a gelişimiz de, şimdi kaçmak için fırsat arayışımda. Mesela hiçbir tatilime planlayarak gitmemişimdir, hepsi anlık olmuştur.  Bazen iyi gelir böylesi, kararsızlıkta kalmam ama hayati durumlarda başıma iş açtığı da olur bu halin.

Dolayısı ile ikinci bebeği beklerken pek rahattım. Ta ki doğuma bir ay kala doktorumuzun endişeli konuşmalarını dinleyinceye dek. Bu konuşmanın bir faydası oldu Selim’i acilen okula yazdırdık, büyük oranda dikkati dağıldı, evde bana nefes alacak alan kaldı, kendi eğlendi ama onun dışında benim endişe kavramıyla tanışmama neden oldu bu konuşma. Öteki türlü paldır küldür işin içine girecektim. Benim umudum, ilkin dualardaydı, ikincisi de Selim’in aklı başında bir çocuk olduğuna dair duyduğum inançtaydı. Bir de ;

“Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” ve
“Dostum sen düşünceden ibaretsin. Gül düşünür gülistan olursun, diken düşünür dikenlik olursun.”

felsefesini yürekten hissetmemdi. Korkunç anlar yaşamadım çok şükür. Arada dellenmek zaten olağan benim için. Ha bir eksik, ha bir fazla.

Yaşayarak Öğrendiklerim – Kardeş Gelince

Selim’e kardeş geleceği zaman son dönemlerde endişelensem de ümitvardım genelde. Selim aklı başında bir çocuktur çünkü, muhakeme yeteneği güçlüdür. Olayları derinlemesine düşünür,  sebep-sonuç ilişkisini iyi kurar. Bu yüzden kardeşine bilerek zarar vermeyeceğini bekliyordum için için.
Bebek dünyaya geldiğinde öğretmeni Selim’i sınıfa girdiğinde alkışlattı kardeşi olduğu için. Bu, kardeşinden dolayı gururlanmasına ve ilk olumlu duyguyu hissetmesine vesile olacaktı.  Oldu da sanırım. Eve geldiğimiz ilk  15 gün cicim aylarıydı Selim için. Evde yeni bir can olması onu epey heyecanlandırmıştı, hatta ilk gün
“Anne kardeşim olduğu için çok mutluyum.” deyip sevinçle sekiyordu evde.  Sonrasında Selim etraftayken açıkça hiç sevemedik bebeği. Arkalarda ve hep fısır fısır seviyor, sessiz öpücükler veriyorduk bebeğe. Selim okuldayken açıkça ve seslice sevebiliyorduk bebeği ancak.
15 günden sonra cicim ayları sona erdi.  Selim aksiliğe başlamıştı. Ne dersek diyelim tersini yapıyordu. Bebeğin kafası hassas demişsek özellikle kafaya çalışıyordu mesela. Kolunu bacağını sıkıştırıyor, türlü denemeler yapıyordu. Ben gene sakinliğimi koruyabiliyordum da İlter hemen panikliyor, bazen çıkışıyor bazen de kardeşini alıp uzaklaştırıyordu Selim’den. Bu da iyi sonuçlar vermiyordu; nitekim kardeşini kaçırmak hem ona karşı soğumasına, hem de ona diş bilemesine neden olur diye korkuyordum. Üstelik dışlandığını da düşünebilirdi ki beni en çok korkutan da buydu.
Bebek etraftayken Selim dikkat kesilirdi davranışlarımıza. Ona onu çok sevdiğimizi tekrarlayıp durduk bu dönemde. En çok da “Sen benim ilk göz ağrımsın, senin yerin çok ayrı.” cümlesini kullandım ve her defasında bu konuşma çok memnun etti onu.  “Kardeşin çok küçük olduğu için ihtiyaçlarını gideremiyor, bu yüzden onunla daha çok ilgilenmek zorunda kalıyorum.” demek de gerekti sık sık. Eve gelenlerin çoğu yakınlarımız olduğu için genelde şuurlulardı ve eve girince ilkin Selim’le ilgileniyorlardı. Şuursuz davrananlar oluyordu elbet. “Ayyy, çok tatlı.” diyerek bebeğe dikkat kesilen ve  gözlerinin içine bakarak adeta “Ben de burdayım, beni de sevin.” der gibi bakan Selim’i görmeyenlere “Ağbisi daha tatlı.” diye uyarıp silkinmelerini sağladık.
Bu dönemde ona özel zaman ayırmaya dikkat ettim. Bebek uyurken ya da İlter bebekle ilgilenirken eskisi gibi elişi faaliyetleri yaptık beraber ya da çok sevdiği alıştırmaları. Eski alışkanlıkları ve eski düzeni elden geldiğince korumaya çalıştım ama imkansızdı tabi. Uykudan önce masal okumayı aksatmamaya çalışıyordum en azından, bu çok önemliydi onun için çünkü. Kardeş gelince düzenim bozuldu demesin istiyordum zira. Devamlı babasıyla dışarı çıkmaya bile içerlediğini düşünerek çok zor da olsa başbaşa dışarı çıkmaya  çalıştım. Onu en çok mutlu eden eylemlerden biriydi bu gördüğüm kadarıyla.
İçgüdüsel olarak edindiğim destur şu idi: öyle davranmalıydım ki kardeşiyle arasında sımsıcak bağlar kurmasına gidecek yolda iyi bir temel oluşturmalıydım. Aralarında ömür boyu sürmesini dilediğim sıcak bağları kurmanın yolu; bu zamanda atılan adımlarda saklıydı sanki. O yüzden çok dikkatli olmalıydım. Mesela olumsuz davranışlarında çılgın tepkiler vermedim, itiraf ediyorum bazen kardeşini harcıyor muyum diye düşündüğüm de oldu ancak edindiğim misyon adına çabucak kovuyordum bu düşünceyi zihnimden. Olumlu davranışlarına övgüler yağdırdım, Davranış Puanlama Sistemi’mizde ekstra puanlar kazanmasını sağladım vs.
“Kardeşimi öpebilir miyim Anne?” dediğinde  “o senin kardeşin, bizden izin almak zorunda değilsin.” diyerek kardeşinin aynı zamanda onun da bir parçası olduğunu hissetsin istedim. Önceliğim; merhamet duygularını harekete geçirmek ve kardeşini sahiplenmesini sağlamaktı. Bu şekilde kardeşinde de ağbisine karşı güven duygusunu oluşturabilirdik belki. Örneğin; “Sen onun ağbisisin, sana güvenmesini sağlaman lazım… Onu korkutmamalı, aksine korumalısın. Mesela ben ağbim yanımdayken kendimi güvende hissediyorum, çünkü o bana zarar vermedi ve beni hep korudu.” diyerek yüreklendirmeye çalıştım bu konuda.
Bir de Selim’le ilgilendiğim sırada bebek ağlıyorsa “ama kardeş şimdi ağbiyle ilgilenme zamanı, biraz beklemelisin” diyerek onunla ilgilenmeye devam ettiğimde önceliğin hala kendinde olduğunu, önemsendiğini hissettiğini ve bunun çok hoşuna gittiğini gördüm.
Bir de en iyi taktik şu oldu; kardeşinin ağzından konuşuyor gibi yaparak konuştum Selim ile. Kimi zaman “İyi geceler ağbi, seni çok seviyorum” deyip yanına yatırdım kardeşini. Öpeyim derken kardeşini ağlatana dek sıkmasına rağmen ve benim içim kan ağlamasına rağmen sert çıkışmadım hiç bu esnada. Bebeğe ciddi bir zarar vermemesine odaklandım daha çok. Hastalandığında “Ağbi, geçmiş olsun, senin için çok endişeleniyorum, inşallah yakında iyileşirsin.” diyerek ve  kimi zaman da “Çok şanslıyım senin gibi bir ağbim olduğu için” diyerek heveslendirmek istedim ağbilik konusunda. Bazen de bebeği kucağıma alıp evin içinde koşturmaca oynadık beraber, çok keyif aldı böylece. Bebekle yalnız bırakmak zorunda olduğumda da “Selim, kardeşin sana emanet.” diyerek sorumluluk hissetmesini ve bu sebepten de zarar vermemesini sağlamaya çalıştım. İşe yaramıştı “Tamam anne, kardeşimi koruyorum” diyerek önüne siper yapar olmuştu bedenini.
İlk 3 aydan sonra daha kolaylaştı işler. Kardeşini kabullenme dönemi başladı Selim’de. Ara sıra kendini kaybedip sertliğe başvursa da eskisinden çok daha iyi durumdayız şimdi.  Ne denli sağduyulu olsa da Selim de çocuk nasıl olsa. Şimdi kardeşinin ağladığını duysa içerden hışımla fırlar, eller yumruk yapılmış, kollar gergin ve surat darmadağın “kardeşime sen mi bir şey yaptın anneeeeeee, çok kızıyorum amaaaaa” diyerek titretir kendini. Bir zamanlar “Annecim seni çok seviyorum.” diye şarkı yazan çocuk şimdilerde “Ailecim seni çok seviyorum.” diye şarkılar söylüyor.

Yaşayarak Öğrendiklerim – Kardeş Gelirken

Selim’e kardeş geleceği zaman her zamanki gibi detaylı düşünüp kendimi endişeye sevk etmedim. Benim  olaylara körü körüne atlama huyum vardır çünkü, ötesini berisini hesap etmeden. Hamileliğimin son aylarında Selim’in doktorunda sohbet ederken kardeş gelince ne yapacağımı sordu doktor, ben öylesine rahattım ki; özel bir şey mi yapmam lazım, dedim. Selim’in çok duygusal olduğunu, çok etkilenebileceğini, böylesi çocukların kimisinin kekeme olduğunu, kiminin altını ıslatmaya başladığını ve kardeşi getirenin anne olduğu için en çok anneye çektirdiklerini, evde huni takıp dolaşmak

istemiyorsam Selim’i kardeş gelmeden bir okula başlatmamız gerektiğini anlattı. İşte o andan itibaren bir korku bulutu sardı etrafımı. O umursamaz -saldım çayıra, mevlam kayıra- tavrı yerini öngörülemez bir endişeye ve korkuya bıraktı.

Öyle bir durum ki hamilelik, hele ki son aylar ve hatta son günlerde geriye dönme isteği yaşıyorsunuz ancak ne mümkün. İleriye gitmek de epey ürkütücü. Neyle karşılacağınız hiç belli değil, önünüz ziyadesiyle puslu çünkü. 
Doğuma bir ay kala Selim’i okula yazdırdık ilkin. Çünkü bebek geldikten sonra okula göndermek onda onulmaz yaralar açabilir, -bebek gelince ben kapı dışarı edildim- düşüncesine kapılabilirdi.  Tam gün yerine haftada 3 gün 09:00 – 16.00 saatleri arasında okulda olcaktı. Böylece azar azar alışacaktı evde ayrılmaya. İlk zamanlar epey zor geçti, ben ilk gün okulda tam gün, ikinci gün okulun karşısındaki parkta tam gün, üçüncü gün  yarım gün yemek saatlerinde orada olmak üzere çevresinde oldum Selim’in hep.  Okul iyiydi hoştu ancak yemek saatlerinde o sosyal çocuk gidiyor yerine yabani bir hayvan geçiyordu sanki. Yemekhaneye inmemek için basamaklarda avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, tekmeler savuruyor, yemek konusu kapanınca gene tatlı çocuk oluyordu. En sonunda “Yemek yemek zorunda değilsin, ama yemekhaneye inip arkadaşlarınla oturmayı denemelisin” diyerek ortak bir paydada buluştuk Selim’le.  Böylece daha kolay alışmaya başladı. okula. Allah’tan geç kalmamışız zira 15 gün tamamen Selim’e adadık herşeyi.  Bir de okula alışma sürecinde ardı arkası kesilmeyen hastalıklar başgösterdi. Bir gün okula gidiyorsa 3 gün evde oluyordu hastalıktan. Doğum yaklaşırken nispeten alışmıştı artık, en azından yemek saatlerinde cıngar çıkarmıyor, yemese de masaya oturmayı kabul ediyordu,  hatta servis birazcık geç kalsa -aaa, servis de nerede kaldı?- diyecek kadar istek gösterdiği de oluyordu.  Doğum zamanı kısmen düzene girmişti hayatımız. 
Mecburen sezaryen olacağım için nispeten rahattım ama doğum bu hiçbir şey garanti değildi ve bu yüzden kendimden çok Selim’in acil bir durumda hazırlıksız yakalanmasından korkuyordum. İlkin Selim’e durumu anlattım bir kaç kez. İçimden bir ses de ne yaparsam yapayım Selim’in olayları başına geldikten sonra kavrayacağını söylüyordu hep. Afaki konuşmalar ne ifade edebilirdi bir çocuk için diye düşünürken doğum yaklaşırken Selim’in devamlı kardeşinden bahsetmesine şahit olduk. Tüm bu konuşmalar olumsuz öğelerle doluydu. Kardeşimi sevmiyorum, geldiği zaman istemiyeceğim onu vs. gibi. Zannımca muhakeme yapıyordu kafasından sürekli bu konuyla ilgili.
Doğum vaktinde gerçekleşti. 2 gün hastanede kaldık ve bu süre zarfında Selim’i hiç getirtmedik yanımıza. Doktorumuzla verdiğimiz ortak karardı bu çünkü. Anneyi hasta vaziyette görmesini direkt kardeşi ile ilişkilendireceği için kardeşiyle ilk andan itibaren negatif bir ilişki kurmasına sebep olmak istemiyorduk. Her ne  kadar bu iki gün zarfında onu görmek için deli olsam da bencilliğimi bastırıp hastaneden çıkacağımız güne kadar bekledim. Üstelik doğum problemliydi, bebeği çıkacağımız ana kadar yoğun bakımdan alıp alamayacağımız belli bile değildi. 
Hastaneden çıkacağımız gün Selim bizi almaya geldi. Ondan bir kaç dakika önce de bebek gelmişti. Ben bebeği yoğun bakım dışında ilk kez görüyordum, telaşlı ve heyecanlı idim.  Selim’i gördüğümde ya bebekle gereğinden fazla ilgilenirsem de onu üzersem diye endişeliydim. Selim ise kesinlikle çok gergindi, kucağımda bebekle beni gördüğünde yüz kasları epeyce gerilmişti. Neyse ki “kardeşin gelince sana bir sürü balık getirdi.” diyebileceğimiz bir plan kurmuştuk. Daha önceden aldığımız balıkları, ki Selim bayılır balıklara, kardeşinin getirdiğini(!) gören Selim’in hem dikkati büyük oranda dağıldı, hem endişeli ifadesi yerini sevince bıraktı hem de kardeşiyle ilk sıcak bağı kurmasına vesile oldu. Eve gelen herkese gururla balıklarını gösterdi ve kardeşinin ona hediye getirdiğini söyledi. 
İlter’le kardeşinin getireceği hediye planları kurarken bir yandan da bu denli mantıklı bir çocuğa bunu nasıl yutturacağımızı konuşup duruyorduk. Selim yutar mı bu numaraları, diyorduk bir yandan. Ancak ne denli mantıklı olursa olsun sonuçta Selim de çocuktu ve inandı söylediklerimize canı gönülden. Yalnız bir ara “Anne, balıklar senin karnında mı yaşıyordu?” diye sordu, neden deyince ben; “e kardeşim onları yanında getirdiğine göre onlar da senin karnında yaşamış olmalılar.”dedi. İçten içe düşünmüştü gene olayın derinliğini.
Eve geldikten sonra işler kısmen zorlaştı hem de an be an. Selim büyük oranda dikkatini kardeşine vermişti, üstelik ilgilenmiyor gibi gözükse de bütün duyuları, algıları anne-kardeş-baba ekseninde dönüyordu belli ki. Bu zor dönemde okulun çok büyük faydası oldu. Zira hiçbir meşgalesi olmayan Selim muhtemelen çok daha fazla dadanacaktı kardeşine ve bize. Biz de büyük oranda dikkatli davranmaya çalıştık ancak her an sukunetimizi ve hoşgörümüzü koruyamadık. Kardeşimi öpücem, kardeşimi sevicem, adı altında yaptığı eziyetleri hoşgörmeye çalışmakla bir başka suça ortak oluyorduk sanki, zira kardeş kaynıyordu arada bu kez. Üstelik Kerim 2 gün yoğun bakımda kendi başına kalmıştı, onun Selim’den daha çok ilgiye ihtiyacı olabilirdi. Beni sezaryanlı , ağrılar içinde koşturmak değil de bu düşünceler yoruyordu en çok. 
İlk günler açıkça sevemedik bebeği, aşırı ilgi de göstermedik. Hatta Selim’e aşırı ilgi göstermiş olabileceğimizi düşünüyorum şimdi. Eve pek gelen giden de olmadı, dolayısı ile abuk sabuk konuşmalara maruz kalmadı. Gelenler çok yakınımız oldukları için normal dışı bir konuşmaya müdahale edebildik hemen..-Ağbi oldun artık şöyle dur, ağbi oldun şöyle yapmalısın- gibi zırvalara hiç girmedik ağbilikten nefret etmesin diye. Kardeşin uyuyor sessiz ol, da demedik, ehhh bu kardeş gelince rahatça oyun bile oynayamıyorum demesin diye. İşin özü empati yaptık, yaptım Selim’e en çok. Ve şükürler olsun ki o en kritik dönemeci döndük. Şimdi okullar tatil başka türlü baş etmek gerekiyor Selim ile ve başka türlü balans ayarı gerekiyor kardeşi ile arasında. Bu konuya da başka zaman girerim belki.