Tag Archives: Blog yazmak

İtiraflarım!

Geri dönüş yapmam gereken mimler, sobeler, ödüller çığrından çıkmış vaziyette bende. Hesabını tutamadığım, kimden, nerden geldiğini asla ve kat’a hatırlamadığım onlarca şey var yanıtlamam gereken biliyorum, hissediyorum! Kimi zihnimde, kimi taslaklarımda, kimi notlarımda duran ve kimi de ne yazık ki boşlukta salınan. Buraya yazı yazacakken içimdekini yazmadan edemiyorum. Kendim berbat hissederken başka şeye odaklanamıyorum. Misal son bir kaç gündür yaşananlara binaen sıradan şeyler yazamıyorum, yazmayı düşünsem bile bundan haya ediyor ve kendimi çekiyorum. Dolayısı ile gelen ne varsa erteliyorum da erteliyorum. Ve öyle bir hale geliyor ki içlerinden çıkamıyorum. Üstelik ben yazana dek çoğunun  üstünden çok zaman geçmiş, çoğu rafa kaldırılmış, çoğu manasızlaşmış oluyor.  Sadece koca bir yük gibi  sırtımda duruyorlar. Ve sonunda pes dedirtiyorlar bana. Sanırım çoğunu bu saatten sonra yazamayacağımı kabullenmem gerekiyor. Bana gönderi yapan herkesten de bu vesileyle özür diliyorum. Hatırladıklarımı ve taslaklarımda duranları yazmaya inandırarak kendimi yola devam ediyorum. 
Sevgili Sezom, bugünkü yorumuyla bana hatırlatıyor durumu bir kez daha. İrkilmeme, silkinmeme ve artık durumu kabullenmeme sebep oluyor. Kendisi gönüllü terapistimdir. Ürüne bakıp da terapiye çemkirmeyiniz zira onun terapisi olmasa anlık bile iyileşme göstermeyebilirdim. Bana iyi gelecek sihirli kelimeleri az değildir.

Bugün aklımda kalan ve fıtratıma da uygun olan;  Pi-nik Kuş, Ayça’m dan gelen bir sobeye, vira Bismillah! diyeyim. Belki gerisi gelir. İtiraflar Sobenin konusu. Ben bu konuda daha önce kendiliğimden yazmıştım. Şöyle nitekim. Yazarken de bu serinin devamının gelebileceğinden bahsetmiştim. Şimdi bu sobe vesilesiyle Bölüm 2’ye geçeyim.

* Konuya sigara ile başlamak istemezdim lakin ilk aklıma bu geldi. Sigara içtim ben ara sıra. Ve üstelik kötü hissetmedim. Sadece Selim’e sigara için ahkam keserken ve sigaraya vurun kahpeye misali davranırken riyakar davranışımdan utanç duydum. Annelik riyakarlıkla yürüyen bir iş sanki. Tümden samimi olmak mümkün değil ne yazık ki!

* Kerim çok güzel ve çok tatlı bir bebek oldu. Onun için kuduruyorum. Selim’in oyunlarından vebalı görmüş gibi kaçıyorum ama Kerim’in yumuşak oyunlarına katılmak için can atıyorum. Bazen Selim kötü düşünecek diye tutuyorum kendimi, bazen tutamıyorum.
* Bebek delisiyimdir ben. Selim’de ilk bebek telaşından olsa gerek ; hep zaman geçsin, her badireyi atlatayım gözüyle baktım. Ve ne yazık ki o güzel bebekliği ıskaladım. Kerim’de ise zor da geçse günlerim, bebekliği geçsin istemiyorum. Ve üçüncüye bu deli halimle bile sıcak bakıyorum, BAZEN!
* Ahkam kesmelerden hoşlanmıyorum. Ahkam kesen yazılar gördüğümde arkama bakmadan kaçıyorum. Uzmanı bile değilken bir konuda ahkam kesmeyi ayıp buluyorum. Ola ki ahkamı kesen ben isem ve kendimi bu işi yaparken yakalamışsam çok utanıyorum. Benim inancıma göre kişi bugün ahkam kestiği, büyüklendiği, -asla yapmam!!- dediği her şeyi yarın yapabilir, ki büyük ihtimalle de yapar. Koşullar nereye götürür bilinmez,  -beşer şaşar!– benim bildiğim!
* Deli Anne ismine bakıp da buradaki ironiyi görmeyen ve bunu saldırı fırsatı bilen ya da  büyüklenmeye yeltenenleri görmezden gelmeye çalışıyorum. Ama gene de sinirlerimi bozmayı başarıyorlar itiraf ediyorum. Elbette deli de değilim, hasta da değilim! Şükürler olsun ki; aklım yerinde. Sadece kendimi, deli ve aşırılığa kaçan taraflarımı  fazlaca deştiğim ve bunu da aşikar ettiğim için uzaktan öyle görünebilir. Ben ironiyi çok severim. Öz eleştiriyi de, öz aşağılamayı da. Ama bu demek değil ki; başkasının bunu yapmasına izin vereceğim! Ben hep şunu derim; insanoğlu keşke kimseyi eleştirmese de sadece kendini eleştirse. Herkese acısa da bir kendine acımasa! (eziyet anlamında değil, eleştiri anlamında)
Tam bir itiraf serisi olmadı ama idare ediverin. 
——————————————————————————————————————
* Hala aklımda kalan Yaruze’nin -ilk çocuk- mimi, Fadiş’in -baba- mimi taslaklarımda duruyor. Gülçin’in -babalar röportajı- da aklımda. Bir de şu an ortalıkta olan son iki mim.. Anketimsi olanlar hani. Kimden geldiklerini dahi unuttum. Bir de ödüller var. -En Okunulası Blog Ödülleri- Tekrar teşekkür ediyorum gönderenlere. Üzgünüm isimleri de unuttum. Nitekim iki postu da kaldırınca yorumlar da silindi. Ve gelen ödül haberleri de gitti. Affediniz!

Mükemmel Bir Gün!

Eminönü’dür, keçedir diye söylenmekten yedim bitirdim ya kendimi; lakin dün yaşadıklarım bana bir kez daha öğretti ki; herşeyin hayırlısı söylemini öze indirmeyi başarmalıyım en evvela. Neden mi? Düne kulak vermeli.

Bir süredir ertelediğim Selim’in ilk göz muayenesini vardı dün ve geç kalmıştık. İlter evden çalışacaktı, lakin işleri çok fazlaydı, ama bir kaç saatliğine Kerim’e o bakacaktı. Eminönü’nden beri çantamı, cüzdanımı kullanmamıştım, çantaları değiştirdim, cebime sıkıştırdığım paralarımı aldım, sanıyorum cüzdanıma sıkıştırdım. Selim’in ayakkabısı, cırtcırtları, beresi, benim çantam, telefon vs derken gene apar topar, pür telaş evden dışarıya zor attık kendimizi. Kapıya çıktıktan sonra taksi durağını arayabildim ancak. Ve taksi yoktu. Yürüdük Selim’le ana caddeye bir kaç adım. Sabahın ilk saatleriydi ve kar yağıyordu. Caddeden karşıya geçtik, taksi bulamadık, tekrar karşıya geçtik ve nihayetinde bir taksi edindik.

İnerken cümbüş başladı. 7.5 Lira taksi ücretini 5 Lira kağıt 2,5  Lira bozuk şeklinde uzattım. 5 Lirayı geri uzattı şoför ve  -Bu para yırtık-  dedi. A, dedim 10 Lira uzattım. -Bu da yırtık- dedi. A, a dedim 20 Lira uzattım, -E, abla bu da yırtık!- dedi. Yuh, dedim bir 20 Lira daha uzattım -Abla bu da yırtık!- dedi. Ve sanırım o noktadan sonra bende herşey flulaştı. Şokun etkisiyle otomatiğe bağlandım ve oldukça olağanüstü bu hali olağan karşıladım ya da savunma mekanizmam delirmemem için -olağanmış gibi- karşılamamı sağladı. Aksi halde çıldıracaktım.

Son 20 Liradan sonra cüzdanımda olduğunu sandığım 200 Lirayı bulamadım ama herhalde başka yere koydum diye üstünde durmadım. Elimde kalan son sağlam beşliği taksiciye uzattım. Bu  ‘Ver-Al & Ver -Al’ sırasında durumdan bihaber Selim’in sevinci ise görülmeye değerdi. Bir anda çınlayan sesi ile böldü tüm şaşkınlığımı: -Anne, para kazanıyorsun!- Nitekim ne versem bana geri dönüyor ve avucumda birikiyordu. Ben olayın gidişatına kolay uyum sağlamış ve şoförün -tamam abla, tamamdır- demesini duymadan aranmaya ve elimdeki bozuklukları toplayıp uzatmaya kaptırmıştım. Beri yandan Eminönü’nden kalma 55 Liranın tamamının da yırtık çıkması üzerine kafa patlatıyor ve taksiciye yarım yamalak durumu izah etmeye uğraşıyordum.
Epeyce biçimsiz bir yerde taksiden indik. Ben olayın  vehametinden nerden indiğimi bile gözden kaçırmıştım demek ki. Şoförün insafına kalmıştık ve ne yazık ki İstanbul’da bu zor bulunan bir meziyetti. Vızır vızır arabaların arasından koca caddeyi zar zor geçtik, Selim’in elim acıyor, çok sıkıyorsun anne söylenmelerine aldırmadan. Zar zor kendimizi hastaneye attık. Yarım saatlik bir bekleyişten sonra ölçüm yapıldı, doktorun odasına geçtik. Ben son derece rahattım, bir şey çıkmayacağından emin olarak sadece temkinli bir anne edasındaydım. Selim’i koltuğa oturtu doktor ve sayıları söylemesini istedi. İlk büyük sayılar iyiydi lakin aşağı indikçe ve küçüldükçe sayılar Selim ikiyi sekiz, dördü dokuz yapmaya başladı. İçim tuhaf olsa da elbette çocuğumun gözünün bozukluğunu ona yakıştıramadım ve -A, oğlum dalga geçme dosdoğru söyle- demeye başladım. Olmadı, sayıları karıştırıyor herhalde dedim. Lakin doktor çaktı durumu. Ve ailede var mı dedi göz bozukluğu. Vardı, hem de bizzat bende vardı. Miyoptum ve lazer ameliyatı olmuştum. Genlerde varsa geçer dedi ve bir ölçüm daha yapmak için yönlendirdi bizi. Bütün kontrol ve muayene boyunca gerginlikten hiç sesi çıkmayan, her söyleneni eksiksiz yapmaya uğraşan ve bu haliyle de içimi acıtan bülbülüm Selim dışarıya çıkınca herşeyi anlamış olduğunu belirten cümleyi sarf etti: Anne, ben gözlüklü bir çocuk olmak istemiyorum!İçim daha da acıdı ve sadece sarıldım ona. Ve daha belli olmadığını söyledim hiçbir şeyin.
Selim’e 10 dakika aralıkla 4 damla yapıldı. Uzunca süre bekledik. Çok sıkıldı, sıkıldık. Ona çıkışta yapmak için iki seçeneği olduğunu söyledim; oyuncakçıya gidip oyuncak almak  yahut jetonlulara binmek. Bu onu biraz motive etti. Oyuncakçıyı istedi. Beklememiz gerektiğini söyledim defalarca. Beklerken dualar ettim. Tılsımlı duam: Ayetel Kürsi-dir. Defalarca okudum. Gözlerinde ciddi bir şey olmasın diye. Bu sırada hijyen solüsyonlarından alıp gözüne de sürdü Selim, neyse ki o sırada bir saatlik bir beklemeden sonra yeniden doktorun odasına girdik. 1,5 derece miyop astigmat olduğunu öğrendik Selim’in.  Miyopu benden asitgmatı babaannesinden almıştı anlaşılan. Solüsyon da sorun olmamıştı. Ciddi bir şey yoktu, şükürler etmeliydi lakin gene de bir anne olarak üzmüştü durum beni. Doktor gözlüğü isterse takabileceğini, ne de olsa henüz okula gitmediğini ancak baş ağrısı ve huzursuzluk yapabileceğini söyledi. Nitekim arada başım ağrıyor, derdi zaten Selim. Ve 6 ay sonra bir muayene daha yapılmasını önerdi. Kararı o zaman da verebilirdik. Ben kendi doktorumuza da danışmaktan yanaydım.
Hastaneden çıktık. Karşıya geçme stresi ile yüklüydüm gene. Capitol’e gitmeliydim en yakın ATM ordaydı ve para çekmem gerekti. Zor zahmet karşıya geçtik. Bu sırada arabasında küstah küstah bana birşeyler anlatmaya çalışan, sesini duymadığım ama yüzü şekilden şekile giren bu pek ahkam kesici bayan sürücüye küfrettim. Umarım içinizden biri değildir o kişi. Capitol’e girdik, Selim’e oyuncaklar aldık. Dinozor iskeletleri, böcekler… Her biri birbirinden şahane şeyler(!) idi. Bu sırada öğlen olmuştu. Ve biz Selim’le hala açtık. Birşeyler yemeye koyulduk. Selim tost istedi ama yemedi. Üstüne gitmedim. Üstelik gözleri damlanın etkisiyle bulanık görüyordu. Keyfi kaçmasın istedim ve muffin önerdim, evet dedi lakin onu da yemedi, portakal suyunu da içmedi. Sadece böcekleri ve dinozor iskeletleri ile yetindi. Kredi kartımla ödeme yaptım ve elimdeki bir kaç parça bozukluğu bahşiş verdim. Ardından ATM-ye gittik. İlter bana cep bank yapacaktı, nitekim banka kartımı kullanmayalı yıllar olmuştu. 
Cep bank için şifremi yazacakken mesaj neden bilmem uçtu gitti. Sırayı arkamdakine terkettim. Ve İlter’i aradım. Bu sırada İlter diğer telefonda ciddi bir iş görüşmesi yapıyor, Kerim canhıraş biçimde ağlıyordu. Haliyle İlter pek keyifsizdi. İkinci kez cepbank yaptı. Ve gene sıraya girdim. Gene uçtu gitti mesaj telefonumdan. Anladığım kadarıyla okuduğumu uçurma huyu edinmişti. Ben sızlanarak sırayı terkettim gene. Paraya ihtiyacım vardı. Söyleniyordum Eminönü’ne ve orda 100 Lira para üstü getirmek için yerinden ayrılan ve bana bu alicengiz oyunu oynayan satıcıya hem küfrettim, hem lanet ettim, hem de Allah’a havale ettim. Beddua etmemek için de çok direndim. Ve dedim ki -yemin ediyorum gelip bulacağım seni!- Bu sırada söylendim durdum. Ne yapacağım, ne yapacağım, diye.  Selim sakin, -Dua Et Anne’- dedi. Biraz silkindim. Ve bozukluklarımı saymaya giriştim. 5 Lira bozuk vardı elimde ve taksiye yetmezdi. Hava soğuk ve karlı olmasa, Selim’in de gözleri buğulu görmese dolmuşa yahut otobüse de binerdim lakin benim durumumda taksi sanki tek seçenekti.

Tekra ceplerimi, çantamın tüm gözlerini, hatta Selim’in ceplerini bile araştırdım. Hiçbirşey çıkmadı. Bu kez neden bahşiş bıraktığımı düşünüp kendime küfrettim. -Seni ahmak, seni budala, bahşiş bırakmak senin neyine bu halde?!!- diye söylendim. Sonra Selim’in ikazını dikkate aldım ve dua ettim. Bu kez İnşirah suresini  de okudum. Elimi çantama daldırdım ve 3 Lira buldum. İnanılmazdı.
 

Alışveriş merkezinden hızla çıktım. Taksiye koyuldum. Oturmadan -Selimiye’ye gitmem gerek. Ne kadar tutar tahmini, dedim. Arada insaflı insanlar çıkıyor çok şükür, atlayın durmayın sorun değil dedi şoför. Ben durumu izah ettim; elimde 8 Lira bozuk, 55 Lira da yırtık param olduğunu ve bugün yaşadıklarımı anlattım. Normalde konuşkan değilimdir hiç, bilmem rasgele muhabbet etmeyi, lakin çeneme vurmuştu günün getirdikleri. Ben anlattım, şoför anlattı kendi derdini. Arada taksimetreyi yokladım. Gece vardiyalarını, sahte paralarla kaldıklarını dinledim. Onlara da yuh, dedim. Bugün hiç kibar biri değildim.
İlter’in başı sakinleşince beni aradı. Ben durumu anlattım, taksideyim sorun yok, dedim. Ve bana dedi ki; sen gel paran yetmezse ben aşağıya iner öderim. Ve ben bu kez gene kendime küfrettim. Bunca cebelleşme içinde bunu neden hiç düşünememiştim? Aptallık, budalalık, ahmaklık hali miydi içinde olduğum yoksa herşeyi kendi başına çözme güdüsünün çok yerleşik olmasından mı? 
Taksi ücreti 7,5 Lira tuttu gene. Taksiden indik. Eve girdim. Karmakarışıktı ev. Karmaşanın ortasında tavuk+pilav yiyen ve sadece iki dişe sahip bebeye tepeleme kaşık dolusu pilav yediren bir baba vardı. Üstelik durumdan gayet memnun bir bebekti bu.
Bir de: tüm günümün telaşesini, kayıplarını, kızgınlıklarını, olumsuzluklarını silip süpüren enfes bir sürpriz vardı masada beni bekleyen. Bir paket, kurdeleyle paketlenmiş… O ne zerafeti o ne incelik… Paketin içinden çıkan okunmuş bir kitap. Yalnızlık Paylaşılmaz – Özdemir Asaf – O ne ince ruh! Kendi okuduğu, mutlak çok sevdiği, sevdiklerini işaretlediği ve belli pek kıymetli bu kitabı bana göndermiş Ayça’m. O ayracın güzelliği.. Estetiği.. Hangi birini demeli bilmem ki? Sen nasıl güzel bir insansın Ayça’m; gönlünün güzelliğidir yüzüne vuran, odur güzelliğine güzellik katan..
Bir kaç gün önce Özdemir Asaf yazısına yaptığım bir yoruma binaen içten gelen bu hediye beni benden aldı. Eminönü kayıplarım, sıkıntılarım, herşey uçup gitti. Esra’da hissettiklerim gibi; hala insan gibi insanların olması ve bu insanların fiilien değilse de kalben yanımda olması derinden etkiledi beni. Bana yakın olmaları, etrafımda olmaları harika bir histi. Ve bu blog işi ne güzel işti.
Trainspotting filminde bir sahne vardı. -Just A Perfect Day-, şarkısının girdiği hani. Bilenler bilir. Aynen ordaki gibi hissettim bu hediyeyi alınca… Sanki kırmızı bir satene sarılı idi dünya ve ben kayıyordum üzerinde döne döne bu şarkıyla, mutlu ve mes’ud, mütebessim ve kendinden geçmiş halde.. Teşekkürler Ayça’m…

Just a perfect day,
Problems all left alone.”

http://muzicons.com/musicon_v_srv_new.swf

Hür Kadın!

Kayıp Balık Nemo‘da bir sahne vardı. Dory ile Marlin, denizin en dip ve zifiri karanlık bölgesinde Fener Balığı ile karşılaşırlar. Korkunç ve oldukça vahşi olan bu balığa yem olmamak, devasa dişlerinden kaçabilmek adına uzunca bir mücadeleye girişirler. Ve nihayetinde Marlin’in son hamlesiyle Fener Balığını etkisiz hale getirmeyi başarırlar. Ardından, o pür ciddiyet baba balık birden cıvıtır ve şu şarkıyı söyler: ‘I did it! I did it! Oh yeah yeah yeah!’* Dün dilime dolanan şarkı tam da buydu işte.  Gene iş başındaydı Şarkılar & Duygular tezim vesselam. 
Yaptım! Kısmen de olsa başardım. Tez canlılığım olmasa tümden muvaffak da olabilirdim ama olsun bin şükür! Sabahın ilk saatleriydi. Bir tek Kerim uyanıktı. Kahvaltısını yaptırdım ve İlter’in yanına bıraktım. Yüzümü derinlemesine yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Uykusuzluğun ve bakımsızlığın getirdiği daimi solgunluğuma ve geçmeyen lekelerime bir nebze iyi gelsin diye hafif makyaj yaptım. Bir fondöten, bir allık  esasında. Aylardan beri ilk kez hatta. Bu halle zombi olmaktan çıkamadım ama gene de ilk halimden daha iyi olma ihtimaline kapıldım. İçi nerdeyse tamemen boş  ve bu haliyle çok hoş hissettiğim çantama bir kitap attım. Moskova’dan aldığım soğuk geçirmeyen paltomu  giydim. Ve çantamı çapraz asıp, yoğun uykusuzluğuma, halsizliğime, yorgunluğuma rağmen evin karmaşasına dahil olmadan kendimi dışarıya attım. Çocukları Yaradan’a ve babalarına emanet ederek. Kalınca cüssemin izin verdiği ölçüde, kuşlar gibi sekerek.  Deniz kokusuyla çifte kavrulmuş taze sabah havasını içime çekerek, kokunun geri getirdiği yıllar öncesine gidip gidip gelerek.
Dolmuşa bindim. Telaşsız. Öne oturdum. Bir ara emniyet kemerini takmaya davrandım, sonra toparlandım. Mutluydum. İçimde ehi-ehi diyen sesler dansediyordu. Dolmuştan indim, son durağı değişmiş bulunca panikleyip ters yöne gittiysem de karşımda Eminönü İskelesi’ni buldum ve vapura doğru uçtum adeta. Ayak altına oturma mecburiyetim olmadığından, alabildiğine hür olduğumdan üst kata çıktım, hem de dışarıya oturdum. O güne dek hiç yapmadığım bir şey yaptım ve bir de çay aldım. Hava soğuktu, bazen yağmur çiseliyordu ancak şükürler olsun ki paltomdan içeri soğuk sızmıyordu. Deniz petrol yeşili idi yer yer dalgaların beyazı ile kesilmiş halde. Hava tertemizdi. Martılar beklemede idi belki bir simidi, nitekim bekleyenleri de geldi. Bir bayan iki simidini elleriyle yedirdi. Ve İstanbul şahane idi. Hem duru, hem girift güzelliği  ile  sermişti önüme kendini. Öyle ki içimden bir kaç mısra akıttım, yanıma kalem almadığıma kahrederek, sözleri beynime kazımaya çalışarak. Lakin bir kısmını unuttum. Sanırım şöyleydi;

Ey Şehr-i İstanbul!
Yok bir eşin, ne de benzerin.
Alem-i cihana sığmaz güzelliğin.
Ey Şehr-i İstanbul!
Nereye gitsem peşimi bırakmaz düşlerin.
Bir yanım hep sana dönük, özlemini çekerim.
Ey Şehr-i İstanbul! Ne güzelsin!

Eminönü’ne geldim. Biraz yalpalayarak, ismine tezat hiç de kendimden emin olmayarak. Değil mi ki, bir keçe sevdası uğruna düştüm yollara, o halde varmalı sonuca deyip Filiz’in tarifine uydum ve  Kuru Kahveci Mehmet Efendi’den yukarıya çıktım. Lakin dediği hanın ismini unuttum. Döndüm, döndüm, döndüm. Biliyordum, keçe bahane idi, aslolan hür olmaktı lakin amaçsız bir leyla gibi dolanmak da bana göre değildi. Bir sokaktan iki kere geçince üçüncüye çekinirim ben. Perişanlığımla dikkat çekmeyi sevmem hem. Derken kendimi rahat bıraktım, önce çıtır bir simit aldım elime ve keyifle birer parça atarak ağza seyre koyuldum.  Takılara daldım derken, küpeler, yüzükler  aldım.  Hem de pek ucuza, şaşırdım. Biraz daha seyre daldım, arada keçe bulur muyum diye bakındım. Derken battaniye gördüm ve abartıp üçer tane aldım ve o noktada gezimi sonlandırdım şuursuzca. Sözümona daha Beyoğlu’na çıkacaktım, Pera’da Çarlık Rusyası’ndan Sahneler Sergisi’ne bakacaktım. İstiklal’le hasbihal edecektim, hal hatır soracaktım. Lakin istemeye istemeye geri dönmek gerekti. Kapalıçarşı’da da bir kaç tur attım. Elimdeki ağırlığa bir kaç kilo daha kattım. Ve çaresizce vapura yollandım. 
Gene üst kata çıktım. Dışarıya. Bu kez soğudum. Ve bir baş dönmesi, göz kararması ile koltuğa zor oturdum. Sonra dedim kendi kendime -Burda bayılıp gitsen, haberi olmaz kimsenin, nitekim olacağım diye hür kadın, niyazi olmayasın!- gene de pes etmedim. Ufak bir titremeyle oturmaya devam ettim. Sessizdi İstanbul. Derken telefonum çaldı, sessizlik ve büyü bozuldu. Hür kadın sıyırıp  atıp bir kenara hür kanatlarını geçirdi üzerine telaşlı anneliğin paçavra kılığını. Telefona nerdeyse bakmadan açtım, kesin İlter’dir ve çocuklarla ilgili bir şey diyecektir, diyerek. Titreyerek -alo, dedim;
-Mümine? Karşımdaki ses bir bayan sesiydi, bana yabancıydı, bocalamıştım. Son derece kaba bir sesle, yaban öküzü böğürmesiyle cevap verdim:
-Evet? 
-Mümine, ben Sibel. Kimdi Sibel, neciydi, niye beni aramıştı, bu ses kimdi, İlter nerdeydi, Selim, Kerim niceydi diye iyice karıştım.
-Hangi Sibel?
-Hö! Sibeeeeeeel! Evet, nihayet anlamıştım kim olduğunu. Arayan Tibet’imin Sibel’iydi lakin benim yaban öküzlüğünden geçişim kolay olmamıştı. Bu sırada Sibel’in sesi gidip gelince inince aramak üzere telefonu kapadım. Aslında Turkcell imdada yetişmişti nitekim bu ara bana iyi geldi. Yaban öküzlüğünden insanlığa geçişimi sağlamak için ince bir ayar niteliğindeydi. Bu ana kadar bitmesini istemediğim vapur sefasının bir an önce bitmesini ve karaya ayak basar basmaz telefonu elime alıp durumu açıklamayı arzulamıştım. Heyecanlıydım. Çünkü Blogcu arkadaşlarıımdan biriyle ilk defa yazının dışına çıkan bir temas yaşamıştım. 
Vapurdan indim. Sibel’imi derhal aradım. Bilmiyorum durumu kurtarabildim mi ama, en azından daha insancıldım.
Eve geldim. Elim kolum dolu, bir de ahaliye simit ve pasta aldım. Çocuklar beni görünce solgun yüzleri gül gibi açtı. Hele ki hediyelerini verince Selim defalarca boynuma sarıldı, teşekkürler etti.  Çocukların yemeklerini hazırlama telaşına girdim. Ve nihayet bu sıkıcı fasıldan kurtuldum. Lakin daha fazla ayakta duracak takatim kalmadı, 3 saatlik uykuyla günü kotaramayacağımı fakedince kendimi uykuya bıraktım. İlter Kerim’i uyuttu. Selim’e de sinema filmi açtı. Ve ben gönül rahatlıyla uyudum. İlter’e gelince kendini hemen dışarıya hatta Eminönü’ne attı. Nitekim onun en sevdiği mekanlardan biridir Eminönü ve benim gitmem onun içini geçirmiştir bilirim. Gitmese hasta olabilirdi. Daha kötüsü bizi hasta edebilirdi.
Uykunun derinliklerinde iken devamlı çalan bir telefon vardı, rüya sandığım. Uyku ile uyanıklık arasında uzunca süre duyduğum. Selim’in -anneeee telefooon!- sesiyle uyandım. Ancak hala olayın şuurunda değildim ve gene yaban öküzü gibi açtım. 
-Ben B.nin babasıyım. Kargonuzu göndermek istiyorum ama adres yetersiz diyorlar, diyen bir erkek sesiyle karşılaştım. Hem telefonu çok geç açmıştım, hem de kesinlikle bahsi geçen konu neydi anlamamıştım. Gece 3 saatlik kesik uykunun ardından yığıldığım bu uykudan besbelli çıkamamıştım. Toparlanmaya uğraştım. Adresi tekrarladım, bir iki tarif ekledim. Ve telefonu kapattık. Anladım ki: Pratik Anne’mden satın aldığım DVD’ler için aranmıştım. Hem de babası tarafından. Mahçup olmuştum.
Hür Kadın, kendine gelemedi o günün akşamına kadar velhasıl. Bu kadar özgürlük açık hava sersemletmişti açıkcası. Ve bu durumdan çıkmanın yolu rutine dönmekten geçiyordu, aldı eline süpürgeyi paspası. Ne zamanki işe koyuldu gerçeğe döndü ve Deli Ana oldu.

Gecesinde İlter’in ifadesiyle farkına vardım ki açılmışım, suskunluğum geçmiş, devamlı konuşmuşum. Eskisi gibi. Hatta biraz şımarmışım. Yüzümdeki soğuğun oluşturduğu yanık izleriyle bile mutluymuşum. Nerdeyse fotokopiyle ile çoğaltılmış izlenimi veren günlerin ardından, olağanüstü bir gün yaşamışım.

—————————————————————————————————————–

*Bu filmin dvd-sini Rusya’dan almıştım, dolayısıyla ingilizcesine aşinayım. Şarkı ordan kalma.

La Vita E Bella!* Oh La La!

Bugün Selim’in ateşi tamamen düştü. İki gündür ağır derecede hasta olan Selim kendine geldi. İki gündür süregiden uykusuzluğum 5 saat sınırına ulaştı ve ben de kendime geldim. İki gündür -Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi- sözünü tescilledim. Ve -Ah!- dedim, -keşke o karmaşa ve kaosa şükretseydim! Velhasıl gözümü açtığımda, alev gibi yanan teniyle, kıvranarak değil de, ılık teniyle , misler gibi uyuyan Selim’le güne başlamak pek bir sevindirdi. 
Yanısıra boyuna kapı zilimiz çaldı. İlkinde İgdaş’tan bir görevli geldi. Yanlışlıkla bize kesilen 1.500 TL tutarındaki fatura ve gaz kesme ihbarnamesini düzeltmek için. Şükürler olsun ki sorun giderildi. İkincisi bir kargo firması idi. Sevindim, zira önemli birşey vardı beklediğim. Ancak gelen Maliye’den bir ihbarname idi. 2009’da taa Diyarbakır’da bana kesilmiş bir cezanın ihbarnamesi. Neyse ki önemli bir tutar değildi. Lakin neyle ilgiliydi, ne zaman oraya gitmiştim de vergi cezam kesilmişti hiç bilemedim. Sorularınız için bizi arayın, dedikleri telefon da hep meşgul olunca öğrenme işini yarına erteledim. Üçüncüsü oyun ablamız geldi. Selim pek keyiflendi. Odalarına çekildiler. Ve dördüncüsü günümü gün etti.
Gene bir kargo firması idi. Ve şükürler olsun ki bu kez şaşırtmadılar beni. Birkaç gün önce tanıştığım, tanışmaktan kasıt da: bir iki kez yazıştığım, ama hemen anlaştığım ve anlaşıldığım Esra‘dan gelen kitap: The Idle Parent. Beni öyle sevindirdi ve öyle keyiflendirdi ki. Çocuk eğitimi, annelik, ebeveynlik türünden her türlü kitaba ve uzmana cihada girişmiş biri olarak şaşırtıcı idi elbette bu gelişme. Lakin kitabın manifestosundan Esra’nın verdiği tek örnek -Happy mess is better than miserable tidiness**- beni canevimden vurmaya yetti. Hayatımda hiç yapmadığım şeyi yaptım bu sebeple, bir yabancı(!) dan gelecek hediyeyi kabul ettim. 
Lakin daha sonra öğrendim ki, sevgili arkadaşlarım; Anne ve Bebişi, Yasemin ve Özgür Anne meğerse bu kitabı başucu kitabı edinmiş. Anne ve Bebişi’ne ve Yasemin’e, teessüflerimi ilettim (!); niçin gözünüzün önünde heder olan bir anneye bu kitabı tavsiye etmediniz de, içini ferah tut, demediniz diye.
Ardından Anne ve Bebişi ta İngiltere’den bana bu kitabı göndermek istediğini söyledi. İkinci kez çok sevindim. Ne güzel bir bağ oluşmuştu biz anneler arasında demek ki. Birbirimizi hiç görmedik, bilmedik lakin 40 yıllık arkadaşlıktan öte bir empati ve sevecenlik oluşmuştu aramızda. Biri, ilk yazıştığımızda daha kitabı göndermek istiyor, ben o yakınlığı hissedip, gönder diyebiliyorum, o da bir gün bekletmeden gönderiyor, bir diğeri ta İngiltere’den bir başka anne için kitabı almak ve göndermekle uğraşmak suretiyle samimi bir teklifte bulunuyor.  
Kitaba çok sevindim elbette, ama en çok dünyada hala iyilik ve güzellik bulunduğuna olan inancım perçinlendiği için sevindim. Karşılıksız vermeler olduğu için sevindim. Hiç tanımadığı birine iyilik yapmak isteyen insanlar olduğu için sevindim. Ve en önemlisi onlarla biraraya getirilmiş olmayı sevdim. Çok sevdim hem de.  Yıllardır tanıştıklarımızla aramızda kalan sahte bağdan, zoraki konuşmalardan ümitsizliğe kapılmışken, hiç tanımadıklarımızla kurduğumuz samimi bağdan ve şevkli konuşmalardan ötürü yeniden dirilmeyi sevdim.
Şimdi bir kez daha şahit oldum ki; 
“Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür ve güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
“Sen düşünceden ibaretsin kardeşim! Gül düşünür, gülistan olursun, diken düşünür, dikenlik olursun!”
Nitekim, bir kaç gün önce Jason Mraz’dan -Life is Wonderful- parçasını ayın şarkısı seçtim.  Hayatın güzelliği bana gösterildi adeta. Şükürler olsun. Bu sebeple, yine, yeni, yeniden dinlemek için;

http://muzicons.com/musicon_v_srv_new.swf

Teşekkürler Esra. -Çok, hem de pek çok makbule geçti-
Teşekkürler Anne ve Bebişi. -Almış kadar oldum-

(Bu klişeleri çok yürekten sarf ettim bilesiniz)

—————————————————————————————————————–
*Hayat Güzeldir!

Edep Ya Hu!

-Edep Ya Hu! Eline, beline, diline hakim ol!- demiş ya Hacı Bektaşi Veli, eline ve diline hakim ol kısmını çokca doladım bugünlerde dilime. Hatta dayanamayıp kısmen haykırdım. 
Ah insanoğlu! Ne de çok hırsın ve hazımsızlığın! Ah insanoğlu! Ne çok çirkef duyguların peşine takılırsın! Bilmez misin ki sokmaya uğraştığın acı zehrinle  ancak kendini alçaltırsın!

Bir uyarıda bulunayım. Telaşa mahal yok! Hepi topu minicik bir köşe idi bana ayrılan Habertürk gazetesinde. Paniğe gerek yok! Teklifler yağmıyor üstüme. Bu yüzden sivri dillerinizi çekin gerisin geri üzerimden. Bir ay önce -oh la la-cılık oynayan kimseler bir ay sonra sivri dilleriyle atladılar son yazımın* üstüne. Ekmeklerine bal sürülmüş olmasının keyfiyle.
İnceden dokunduranlar, alenen laf sokuşturanlar, aylardır gık-ları çıkmayıp Blogcu Anne İtirafı– ile ellerine koz geçtiğini sananlar, -gün bugündür-deyip silahlarına davrananlar, çığrından çıkıp blogu çökertmeye çalışanlar size diyorum size. Edep Ya Hu! -Ya hayır söyleyin, ya da susun!- ile de iflah olmayanları ıslah etsin Allah! 
Benim dilim, öz alaycılık ve ironi üzredir. Ve sanılmasın ki bunu yaptığım için sizin her türlü densizliğinize geçit vereceğim. Sığınağım dediğim blogumu kirletmeyin! Yo, ben illa ki konuşmak istiyorum derseniz; önce içinizi yoklayın: bunu iyi niyetle mi söylüyorum, yoksa kirli duygularıma mı teslim oluyorum diye… İç sesinizle daha önce muhabbete girmeyi tecrübe etmişseniz, iyi niyetle söylediğinize eminseniz, ha bir de; empati sınavını vermişseniz yorumunuzu bırakın. Ben öyle yapıyorum nitekim, yorumlar sırasında -aman ha, farkında olmadan incitmeyeyim- diyerek bir çok kere düşünmekteyim. Değilseniz hiç gelmeyin, beri gidin, beri!
*Blogcu Anne İtirafı

Blogcu Anne İtirafı

2 Ağustos. Kerim 4 aylık daha. Evdeki yat-kalk-emzir-uyut-alt değiştir vs. döngüsünden ve sıkıldığım ev işleri rutininden iyice bezdiğim, kendimi yetersiz, özgüvensiz ve alabildiğine verimsiz hissettiğim, çoğunlukla yalnız geçirdiğim bir dönem. Uzun uzadıya süren emzirme seansları sırasında boş oturamama saplantıma iyi gelecek bir eyleme ihtiyacım var tam da. Geçip bilgisayarın başına, gezindim etraflıca, derken -gel sen de katıl bu dünyaya- diyen sesin peşine takılıp katıldım blog dünyasına.
Başlarda kendi kendime konuşuyor olmak garip geldi epeyce, madem kendime konuşuyordum neden 4 tarafı açık bir yere yazıyordum. Derken ilk konuğum; Mekila belirdi listemde gezegeniyle. Demek görünüyorum dedim. Ve yalnız değilim.

Ardından Öznur ve Nihan ses verince sesime anladım ki sadece görünmüyor, duyuluyordum da. Ardından da güzel  gözlü Tibet’imin güzel sözlü Sibel‘i ve elma yarım, bilge yanım KarmaşığımSarmaşığım can oldu bu yerde. Onun için bu insanların yeri ayrıdır bende. Derken giderek alışveriş başladı, canlar arttı hepten bağımlı oldum bu aleme. Geçirmek isterim herkesin adını lakin çoktur çok şükür dostum, yazmaya yetmez gücüm.

Ancak bu işin de suyunu çıkarma korkum var gene. Çoğu işimde öyle bir enerji harcıyorum ki o ilk heyecanla, uzun süre yetmesi gereken yakıtı çarçabuk tüketiyorum vesselam. Dilerim burda da aynı sona ulaşmam.

Gelelim blog yazmanın benden götürdüklerine ve bana getirdiklerine;

* İlkin blog yazmak tembellikle yürütülecek iş değil. Misal ben blog yazmaya başlayalı 5 ay oluyor, bu sürede uyku sürem çok kısaldı. Yıllardır hayalini kurduğum 5 saat uyku yeterliliğine kavuştum.

*Blog yazarken ve diğer blogları kurcalarken sözümona çocuklarımız için başlattığımız eylem bir yerden sonra çocukları ihmale dönüşüyor. Bende böyle nitekim. Yani hem boyuna veryansın ediyorum çocuklara ilgisizliğimden, hem dem vuruyorum Selim’e vakit ayıramadığımdan, hem de tam bunları dile getirdiğim sırada daha çocukları uzaklaştırıyorum yanımdan. Zira çocuklar etraftan çekilse de işime bakayım, istiyorum. Oyun ve ilgi isteyen Selim’e adres olarak oyuncaklarını gösteriyorum örneğin. Kendi kendine oyalanma araç ve gereçlerini sunuyorum.

*Evet, daha ihmalkar bir anne olduğum doğru. Ancak şu da var ki; kendime zaman ayırınca,  burayı kendime ait bir sığınak yapınca daha ılımlı, daha az deliren, daha kendimle barışık bir anne oldum. Ve haliyle ben ılımlı olunca, çocuklara davranışlarıma da fazlasıyla yansıyor bu. 

*Anne olunca plan yapmak boşuna. Ama gene de yazmak için planlar yapmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Misal: akşam bir önce uyusunlar da ben de kaynaşayım istiyorum buralarda. Ola ki yatmamışlarsa, sekteye uğramışsa planlar, asabiyetim varıyor had safhaya.

*Blog yazınca ihmal ettiklerimin başında ev işleri geliyor. Yıllardır içten içe hayalini kurduğum pisliğe ve düzensizliğe kavuştum. Bir zamanlar yastıkları ve örtülerini bozmamak için koltuklara oturmaktan imtina ederken şimdi ev sersefilken aldırmıyorum. Bu halin tadına varmak istiyorum üstüne üstlük. Yerde toz kütlesi uçuşuyor ve ben onunla yaşarken mutlu oluyorum. Öyle çok çekmişim ki titizlik takıntımdan şimdi tam tersi bu hal hoşuma gidiyor. Sanki terbiye ediyormuşum gibi hatta iyileştiriyormuşum gibi geliyor bu sapkınlığımı ve hastalığımı. Üstelik o tetrip ve düzen bozulmasın diye askere dönüştürdüğüm çocuklar şimdi çok rahat… Diledikleri gibi deviriyorlar yastıkları ve ortalığı. Belki de daha mutlular.

*1,5 yıl kadar önce aldığımız ama beyaz olduğu için canımdan bezdiğim koltukları ve mobilyaları değiştiresim var lakin keyfine bunu yapmaya içim elvermez. İçim elvermez elvermesine de zihnim anlamaz bu halden.  Devamlı bu konuya takılıdır.  Ne rahat ederim ne de memnun olurum evimden. Beri yandan bilirim ki koltuklar değişse, dolaba takarım, dolap değişse duvara takarım, her şey değişse yeni şeyler almaya takılırım. -Temizlik, titizlik ve ev dekorasyonu ile bozmaktan, eşyaya, mala sahip olma arzusuyla kıvranmaktan sonra da o değerli eşyayı korumaya tüm enerjimi akıtmaktan, onlara bir zeval gelecek korkusuyla huzurumuzu kaçırmaktan, olur da bir şey olmuşsa derbeder olmaktan- korksam da evde oturan ve boşluktan sapıtan her kadın gibi bu yola girmekten alıkoyamıyorum kendimi Ve kurtulmak istiyorum bu pis duygudan. Blog burda da imdadıma yetişiyor. Ve ilgimi eşyadan kendine, kendime çekiyor. Şimdi ne dökülen duvar sıvasından, ne görünen kablolardan, ne yarım yamalak mutfak ve banyodan vs. daha bir çok rahatsız edici ayrıntıdan deliye dönmüyorum, kusursuzluk takıntımdan uzaklaşıyorum.  Üstelik bir de 2 yılda bir gitme fikri çıkartıp kendime iyice soğutuyorum kendimi yerleşik ev olgusundan ve eve tapınmaktan.

*En önemlisi; YALNIZ DEĞİLSİN! dedi bana burası. Tek deliren annenin ben olmadığımı ve tek delirten çocuğun bende olmadığını, vicdan azaplarıyla boğuşmanın anneliğin fıtratında olduğunu farkettirdi bana blog dünyası ve annelik görevini yerine getirmede yetinmenin mümkün olmadığını.

Bu vesileyle uzun zamandır ihmal ettiğim ama içime de dert olan ilk konuğum Mekila’dan gelen bu ödüle teşekkür ederim. Mim-i cevaplamayı çok istiyorum ama sırada bekleyen en az 5 mim var, dağ gibi sırtımda.. Öyle beklerken baskıdan yazamyorum da. yazacağım inşallah..


Ben de bu ödülü başta Öznur, Nihan, Sibel, Karmaşık ve diğer tüm ahbaplarıma aktarıyorum.