Tag Archives: Şişmanlık

Çalınmış Güzellik*

Dün, yüzümün eski günlerdeki gibi incecik olduğunu gördüm düşümde.  Dolayısı ile mütebessim bir giriş yaptım güne. Şimdiki zamanda, tam şu anda, zahmetsizce geri gelen narin yüzümün aksini görünce aynada, o tatlı hisle uyandım sabaha. Aynaya bakmadım tüm gün özellikle, o his içimde saklı kalsın diye. Şu his peydahlandı içimde bir de; Rüya olan dönüşecekti pek yakında gerçeğe. Diyetler, kısıtlamalar, zorlamalar, ikide bir tartıya çıkıp, bir sevinip iki ağlamalar olmadan, kendiliğinden, rahatça hem de. Ah, keşke!
Selim’den önce kilo sorunu nedir bilmedim ben. Ömrüm boyunca ince, narin, nazenin idim bildiğim. Anımsıyorum da bir zamanlar  kilo almaya dahi çalışmışım. Bendeki büyük fiziksel dönüşüm doğumdan sonra oldu. İlk 6 ayı saymazsak, 70 kilonun altını görmedim bir daha. Kiloların gideceğine dair yılgınlığa düşsem de ara sıra,  ümidimi korudum çoğunlukla. Lakin 5 yıl oldu, benim gündelik misafir addettiğim kilolar  önce yatıya kaldı, ardından ev sahipliğine soyundu. Şimdi bünyemle pek kaynaşmış vaziyette, istedikleri gibi fink atıyorlar dışarda ve içerde. Üstelik diyetler, diyetisyenler eşliğinde zar zor eksilen 10 kiloyu da, ikinci bebeği fırsat bilip geri kattılar bünyelerine. Ümitvarım, lakin Hipotrioidi hastalığı da eklenince üstlerine, yapıştılar iyiden iyiye ve ümidimi korumak güçleşiyor bu halde. Dolayısı ile pek kıymetli idi hissettirdikleri ile rüyamın kendisi.

Her ne kadar kilolar  bedenimi sahiplenseler de ben onları benimseyemedim, şişmanlığı kabullenemedim. Eskiden alışverişe çıkmaya fırsat arayan ben şimdilerde kendime dair birşeyler bakmayı mümkün olduğunca erteliyorum. Çok çaresiz kaldığımda ancak giyecek birşeyler alıyorum. Çarçabuk ve özensiz! Dışarı çıkmayı sevmiyorum bu sebepten. Nitekim evde kendi halimde, abdalımsı kıyafetlerle, aynalardan yüzümü çevirerek mutlu mesut yaşıyorum. Lakin ne zaman dışarı çıkmaya kalksam, mecburen aynaya bakıyorum ve gerçekliğimle yüzyüze geliyorum. Kendimden gizlediğim hoşnutsuzluğum ayyuka çıkıyor vesselam. Bu sebepledir ki, dışarı çıkacağım zamanlar, oldukça tahammülsüz, alabildiğine sevimsiz ve çekilmez oluyorum.

Eski arkadaşlarla görüşmek istemiyorum mesela, o şaşkınlık ifadesi ile karşılaşmak, hele ki densiz sözler duymak istemiyorum. Yeni insanlarla tanışmak istemiyorum, nitekim ilk izlenimi mundar etmek istemiyorum. Memlekete gidemiyorum, bilhassa annemin fazlasıyla açıksözlülüğünden nasibimi almak istemiyorum. Nitekim annem en son İstanbul’a geldiğinde, beni en uygunsuz pozisyondayken yani Michelin* gibi katlanmış göbekle oturmuş vaziyetteyken  yakalamış ve ben -işte geliyooor!- korkusuyla yüzüne dahi bakamazken; -kim derdi ki benim narin kızım bu hale gelecek diye!- diyerek bombayı patlatmıştı. Üstelik dediğine göre bir kaç gündür moralim bozulmasın diye kendini de tutmuştu. 

Bir de kayınvalide tarafı var bu durumun. Kayınvalidem epeyce güzel ve bakımlı bir kadındır. İncecik, oldukça hoştur. Dış görünüşe ziyadesiyle önem verir. Hatta bu durum önem verdiklerinin başında gelir. Beni her gördüğünde yaşadığı hayal kırıklığını da anında sezdirir. Üstelik sezdirmekle de kalmaz, her karşılaşmamızda, -kilo vereceksin değil mi?- diyerek içindekini de dillendirir. Sevgili oğlunun yanına yakıştırmaz bu halimi bilirim.  Kötü niyetli değil, annem gibi tutamaz kendini onu da bilirim, lakin ya ben  neyleyim, ne diyeyim? Üstelik benim bir şey demiyor olmam onlarda bu devasa bedeni kabullenmişim izlenimi  uyandırıyor ve  diller daha da uzuyor, onu da bilirim. Bir de yetmezmiş gibi sineye çektikçe yemeğe saldırırım ve bu kısır döngü içersinde büyür de büyürüm! Enine!

Dün evin telaşesi içinde devinip dururken aynaya ilişti gözüm gayri ihtiyari. Manzara felaketti. Fazlasıyla haşır neşir olduğum çamaşır suyuyla lekelenmiş tişört göbekle havalanmış, altta şekli ve şemali tamamen dağılmış pijama enine genişleyerek, bünyemi daha da abartmış, saç baş banyo buharı ile iyice kabarmış haldeydi. Tişörtümü düzeltmeye yeltenirken iğrendim bu görüntüden ve İlter’e seslendim -sence bu güzelliği, bu seksalepiteyi neye borçluyum?- dedim. Yetmedi, -benim bunca güzelliğimin seni ezmesin, kendini yanımda kötü hissetmeyesin- diye öz alaylarıma devam ederek bir de kocanın gözünde kendimi rüsvay ettim. Bir zamanlar kendinden memnun olan o kadın gitmiş, yerine kendi görüntüsüne tiksinti ile bakan bir kadın gelmiş vesselam, acıyla farkettim.

İki tane güzel çocuk bahşedildi bana. Binlerce şükürler olsun Allah’a.  Lakin sanki bende olan ne varsa , aklım dahil onlara akmış, bana da bu yozluk  kalmış. Ve gün boyu bakıp da doyumsuz güzelliğime (!) kah –Endamın Yeter- şarkısını, kah  “Güzel ne güzel olmuşsun!”*** şarkısını döndrüp durdum içimde.

—————————————————————————————————————-

*Çalınmış Güzellik– Sevdiğim filmlerden biri. İsim ordan.
**Michelin benzetmesi elma yarım, bilge yanım Karmaşıksarmaşık‘tan.
***Pejmürde hale  ithafen söylenen bu şarkı da Isoon‘dan dolandı dilime. Bir de Yaruze ile konuşmamızdan kalan.

Retro Sevdası

Bazen  içimde yeni yetme bir kızın dolaştığı hissine kapılırım. Sonra yaşımı hesaplarım, anneliğimi düşünürüm ve kendi kulağımı çekmek zorundaymışım gibi hissederim. Bazen anneliğime ilk günlerdeki gibi hayret ederim. Bu çocuklar benim mi, derim. Şöyle bir iki adım geriye çekilip ikisini birden seyre dalarım. Yeniden, yeniden şaşarım. Bana kalsa ben olsa olsa yirmidördümdeyimdir. Beri yandan gençliğimden beri eskiye ve eskinin modasına düşkünümdür. Dönem filmlerini çok severim mesela. Özellikle 19.yüzyıl. Dehaların çağıdır bu dönem sanki. Kaldı ki içinde sadece Dostoyevski’nin olması bile 1800’leri sevmem için yeterlidir.  Yanısıra 50, 60, 70’li yılların içinde ne varsa severim. Bilhassa 70’li yıllara hevesim çok derindir. Renkler, giysiler, takılar, müzikler, arabalar, konserler, filmler, bütünüyle ilgimi çeken şeylerdir.

Çılgın ikizlerin çılgın annesi; İkiz Annesi haftalar önce -Sevdiklerim &Sevmediklerim- konusunda mimleyince  beni, aklıma bir süredir hazırlamak istediğim bu post geldi. Sevmediklerime enerji sarfetmek yerine sevdiklerime odaklanıp, bunlardan birkaçıyla uğraşmayı yeğledim. Hem belki bu şekilde çok değil 5 yıl öncesine gidebilir ve incelme şevkimi de arttırabilirim.

Eskilere ama bilhassa 70’lere dair sevdiklerim; Janis Joplin, Bob Dylan, Woodstock Konserleri, Blues Müzik ve hayallerimi süsleyen New Orleans Caz Festivali… Yeşilçam’ın efsaneleri; Gülşen Bubikoğlu & Tarık Akan ve Filiz Akın & Ediz Hun, Türkan Şoray & Kadir İnanır filmleri… İspanyol paçalar, kollar, trikolar, Kızılderili renkleri ve motifleri, aksesuarlar, Meksikan tunikler, motifler, Hint takıları ve süsleri, deriler, Fransız dantellerinin estetiği, Hippi giysileri, Etnik ve folklorik giysilerin dayanılmaz cazibesi, Bohem giysiler, çizmeler, bu liste uzar gider. En iyisi hazır yazamayacak kadar kasta iken iki üç fotoğraf birleştirmeli.

 

 

 
 
(Bir de sevgili arkadaşlarım; Sezobigo ve İkiz Annesi‘nden gelen bu zarif ödüle teşekkür ederim. Ben de herkesi ödüllendiriyorum bu vesileyle… Hadi iyisiniz yılbaşı öncesi gene:))

Breakfast at Tiffany’s Romantizmindeyiz!

3 haftadır ev dışındayız. Otel serüvenimiz devam ediyor. Temizlik, çamaşır, bulaşık, yemek gibi temel ihtiyaçlarımız sorunsuz gideriliyor, çocuklarla adamakıllı vakit geçirmek olası ancak 2  çocukla, tek başına kahvaltıya yetişmek bile ciddi bir gerginlik oluşturuyor. Selim, çoğunlukla uyumlu, anlayışlı, kendi halinde ve kendi başının çaresine bakmaya uğraşan, basit isteklerde bulunan, bunlar karşılanınca dünyanın en mutlu çocuğu olan bir portre çiziyor amma velakin Kerim alabildiğine çığırtkan.  Sabah kalkıyor, kahvaltısı, kakası, ilacı vs. derken bir kez daha uyumak istiyor. İstiyor istemesine de kolay uyumuyor, uyusa da hemencecik uyanıyor ve kahvaltı saatine illa ki uykusunu alamamış bir bebek olarak dahil oluyor. Ve malum olduğu üzere ortaya son derece çirkin bir tablo çıkıyor. 

Şöyle ki: Deli Anne, zar zor yıkadığı yüzü ve fırçaladığı dişi ile  bu sabahki tek lüks hakkını icra etmiştir. Bundan sonrası Kerim’in çığlıkları arasında bahtına ne çıkarsa şeklinde giyinmek ve Selim’i de derleyip toparlayıp bir an önce odayı terketmektir. Zira Kerim ancak kapıdan çıkınca susmaktadır. Hele ki asansörde iyice keyiflenmektedir. Yol boyunca merakla etrafı inceleyen Kerim zorluk çıkarmaz. Kahvaltı salonuna girilir. Deli Anne saçından başından bi’haberdir. Çatır çatır çatlayan cildine bir damla krem bile sürememiştir günlerdir. Yüzü gerim gerim gerilmektedir. Salona girince vaziyetinden çekinir. Nitekim üstüne geçirdiği aba misali kostümü ile olduğundan da çirkin gözükmektedir. Zira şu anda Roberto Cavalli’den  Haute-Coture giyinse neylesin, içinde karayolları silindiri misali bir beden ile etrafı mı eylesin? 
Salon tatil günlerinde dolu ancak geri kalan günlerde şükürler olsun ki sakindir. Gene de ortalık bir sürü takım elbiseli, iyi giyimli kadın ve erkekten oluşmaktadır.  Deli Anne bir  yanında sekerek ilerleyen Selim, bir yanında da koca pusetinde haşmetmah Kerim ile masaya yerleşir. Gezmenin rehavetine kapılmış olan Kerim,  hareket sona erince ciyaklamalarının ilk işaret fişeğini çakar. Hah, der Deli Anne, sabahın sevimsiz seremonisine hoşgeldiniz! 
Deli Anne, Kerim’i bir parça susturacak ıvır zıvırı eline tutuşturuverir. Selim’i de kardeşini oyalaması için tembihler. Açık büfeye doğru iki adım atmışken daha Kerim elindekini fırlatır sıkıntıyla ve başlar mızıldanmaya. Bu mızıldanma ilk uyarıdır elbette. Deli Anne, çarçabuk Selim’in kahvaltısını yetiştirir.  Kerim mızıldanmalarını uzun sirenimsi seslere dönüştürmüştür. Deli Anne anlar ki çok vakti kalmamıştır. Kerim’e ümitsizce 2.ıvır zıvırı verir. Kerim suratını buruşturarak cevap verir bu eyleme. Deli Anne hızlı adımlarla açık büfeye tekrar yönelir. Ordan burdan alakalı alakasız topladığı bir takım yiyeceklerle masaya gider gelir bir kaç turda. Kerim elbette ikinci ıvır zıvırı da atmıştır çoktan. Bu arada Selim’in onun için kıvranmaları ve oyalama şarkıları faidesiz ve kifayetsiz kalmıştır, üstüne üstlük ziyana dönüşmüştür. Nitekim Kerim’de sesler yükseldikçe Selim de tonunu yükselmiştir. Deli Anne çığlıkları bir an önce bastırmak için eline gelen ne varsa, çay mı, kahve mi, süt mü, meyve suyu mu bilemediği bir içecekle kan ter içinde sofraya oturur. Etrafına bakmaya çekinir, acımayla bakan gözlerle karşılaşmak korkusuyla.
Selim bir süre keyfe keder kahvaltı eder bu fırsatta. Kuruyemiş, yanında bala batırdığı ekmekle milim tıkınmalar yaşanır. Deli Anne de bir yandan Kerim’i oyalamaya çalışır, bir yandan da lezzetten yoksun, sırf doymak uğruna atıştırır önündekileri. Ey erenler! Bu anne nasıl zayıflasındı peki? Neyi kendine göre seçebildi ki? Üstelik bu farkındasızlık ve gerginlik daha çok yedirmez mi? Asıl bu değil miydi gani eden şişko bünyeyi?
Derken boyuna su içen Selim -.karnım ağrıyor, biraz yatabilir miyim?-diyerek kıvranmaya başlar. Deli Anne, bilemez ki nedendir? Ya kahvaltıdan kaçmak için kuruyorsa diye düşünürken bir kurt da ya gerçekse diye yüreğini ve beynini kemirmektedir. Kimi zaman yüreğine denk düşen Deli Anne, gayet müşfik yemeğe ara vermesine razı oluyorken, kimi zaman içindeki diktatöre yenik düşüp alabildiğine sert bir üslupla karşılık verir ona.  Bu sırada Kerim her türlü oyalanma aracını reddetmektedir. Ancak ara sıra kendisini sevmeye gelenlere, yanaklarından süzülen, göz pınarlarına doluşan yaşlara rağmen derhal gülümsemekte, sanki az önceki cazgır o değilmiş gibi  kendisini sevdirmekte ve Deli Anneyi daha da deli etmektedir. Nitekim Deli Anneye göre, Kerim her türlü zulmü annesine yapmaktadır. 
Etraftan kaybolan insanlarla Kerim eski çığırtkanlığına devam etmektedir. İşte en çirkin portre burada ortaya çıkmaktadır. Bu sırada Selim de son bir direktifle kahvaltıyı tamamlamaya zorlanmaktadır. Deli Anne bir yandan Kerim’i pusetinde sallarken, bir yandan Selim’in ağzına tıkıştırıvermektedir. Üstelik bu kabus çabuk gitsin diye de büyük lokmalar şeklindedir verdikleri. Kendi de neden, ne kadar yediğini bilmeden, sofra adabını da koyvererek, arada boş kalan eliyle yemeye gayret etmektedir. Şükürler olsun ki; Selim’in devamlı konuşması kendisine yiyecek kadar süreyi vermektedir. 
Deli Anne ortaya çıkan bu tablodan ve kendi portresinden iğrenmektedir. Nitekim aklına gelir; be hey kadın, olmuşsun dana, daha ne uğraşırsın kendini doyurmaya, demezler mi etraftan sana? Ve Selim’in  tabağını bitirmesiyle, kan ter içinde, saç baş olduğundan da dağınık, -nene gerek 2 çocukla buralarda- der gibi bakan iş adamlarına ve iş kadınlarına,  bakamadan etrafına, çıkar salondan koşarcasına.
*Sevdiğim filmlerdendir Breakfast at Tiffany’s, hele  ki bu karesi ve Moon River parçası.

BilimSelim – Sağlık

Selim 3 yaşına gelmeden daha Petersburg’dan İstanbul’a gelmiştik.  Kendini bildi bileli ince, uzun rusların içinde yaşayan Selim’in gördüğü en şişman insan ancak ben idim. Bu tatil sırasında oldukça şişman olan bir teyzemiz bizi ziyarete geldi. Bizim son derece aşina olduğumuz bu şişmanlığın Selim için son derece şaşırtıcı olabileceğini öngörememiş ve tedbirimizi alamamıştık. Teyze yerinden kalktığı an Selim çocukların o acımasız açıksözlülüğüyle “Oooooo, teyzeye baaak! Ne kadar büyüüükkk! Ayı gibiiii.” diyerek herkesi bir anda donduran cümleleri sarfetmişti.
Bir anlık suskunluktan sonra ortaya saçma sapan laflar atıldı ancak olayın izleri hiç kaybolmadı zannımca. Çok üzülüp, çok da utanarak Selim’i hemen bir köşeye çekip konuştum onunla, çok da üstüne gidemedim konunun, zira o teyze içerdeydi ve Selim bu konuşmanın etkisiyle zıt bir tepki de verebilirdi. Verdi de nitekim; kadın gitmeye davrandığında aynı cümleler ezberletmişiz gibi gene döküldü ağzından. Ortalık gene buz kesti. Gene saçma sapan laflar atıldı ortaya. Neyse ki bir daha uzatmadı Selim, vedalaştık sonunda. 

Bu olaydan sonra sakin bir zamanda, insanların dış görünüşleriyle ilgili sözler sarfetmememiz gerektiğini, önemli olanın insanların kalpleri ve ahlakları olduğunu anlatmaya çalıştım Selim’e Şişmanlığın bir hastalık olduğunu, bazen yanlış beslenmeyle bazen de başka bir hastalığın etkisiyle olduğunu da. Şişman kişinin şişmanlığından utanabileceğini, zaten zor olan durumunu zorlaştıracak söz ve hareketlerden kaçınmamız gerektiğini filan anlatmaya çalıştım dilim döndüğünce. Yetmedi kendimden örnek verdim. Ben eskiden inceciktim bak şimdi biraz şişmanım ve çok rahatsızım bundan, biri bana şişman derse çok ama çok üzülürüm dedim. Durumu az da olsa kavradığını sanıyorum. Nitekim bu olaydan sonra Selim şişmanlığa enteresan bir biçimde duyarlılık gösterdi.
Ancak gene de bu olaydan sonra o teyzeyi ziyarete gitmeye cesaret edemedik, o da bizim olabileceğimiz tüm mekanlardan uzak durdu. Hatta beraber olduğumuz grupla aktiviteler düzenledi o teyzecik, gruptan bir tek bizi davet etmez oldu aktivitelere.  Kısmen anlayışla karşıladık durumu.
Televizyonun açık unutulduğu anlar vardır hani, kimse izlemez de sanki illa açık olması gerekliymiş gibi açık kaldığı olur. Selim bir gün kendi halinde oyununu oynarken Tv den yükselen “Hamur işleri şişmanlatıyor.” cümlesiyle irkildi. Oyununu bıraktı hemen, “Hiii, anne hamur işleri şişmanlatıyormuş, peki hamur işi nedir anne?” dedi. Cevabını alınca kaldığı yerden oyununa devam etti ancak tekrarlayıp duruyordu, hamur işi, hamur işi diye. Bir keresinde benim olmadığım bir ortamda kendisine ikram edilen pasta, börek, kek vesaireyi ne denli zorlasalar da yemek istememiş, hamur işlerinin şişmanlattığını ve kendisinin şişmanlamak istemediğini söylemiş. İşin içinde kek olmasa yemekten kaçınmak için bahane bulduğunu düşünecektim ancak keki çok sevdiğinden şişmanlık korkusuna verdim bu olayı.
Patates kızartmasını da çok sever her çocuk gibi. Kardeşinin yeni dünyaya geldiği zamanlar yemek konusunda  peşinden koşacak halimin olmadığı bir dönemdeydik. Sorunsuzca yemeğini yesin diye normalden daha sık verdik patates kızartmasını. Bu dönemde haliyle kabızlık problemi yaşadı. Bir gün tuvaletteyken ah vah edip, epey zorlanıyor ve “Benim neyim var böyle!!” diyerek kendine sorular soruyordu. Sanırım patates kızartmasını sık yemen ve daha az sebze, meyve yememen sebep oldu, dedim. Umusamaz bir tavırla dinledi beni. Aradan biraz zaman geçti, patates kızartması yemek isteyip istemediğini sorduğumda epeyce düşündü. “Immm, şeey, yicem ama az yicem, kabız olmak istemiyorum.” dedi.
Bilim, deney programlarını çok sever Selim. TRT Çocuk’ta Nasıl Acaba? ve Yumurcak Tv’de Arka Bahçede Bilim adlı iki program mevcut. Hasretle ikisini bekler, tuvaletini bile yapmaya gitmez, dışarı çıkmayı reddeder, oyun başında ise hemen oyununu da oyun arkadaşlarını da bırakır bu programlar başlarken. Geçen gün Arka Bahçede Bilim programında mayonez yapımını gösteriyorlardı. Mayoneze de bayılır gene her çocuk gibi. Yumurtaya yağı ekleyip ekleyip bolca çalkalıyorlardı, her yeniden yağ eklediklerinde Selim’in yüzünün daha de ekşidiğini fark ediyordum. En sonunda infilak etti “Anne, ııyyykkk, yumurtayı kapladılar yağlaaa, ıyykkkk, bir daha patates mayonez yemicem” dedi iğrenerek. Sözünü de tam olmasa da kısmen tuttu, daha az yemeye başladı. 
İlter’in yurt dışında olduğu zamanlarda eve hapsolunca Selim, hareketsizlikten kilo almıştı epey. Biraz göbeklenmişti bile. Ara sıra -göbüşlü- deyip göbeğini sevmem onu hiç memnun etmedi. Ben göbekli değilim, deyip reddetti. Derken etraftan başka kişiler de kilo aldığına dair sözler sarfedince zavallıcığı şişmanlık kompleksi sardı sanırım. Geçen gün göbeğini gösterip dertli dertli konuşuyordu; “Keşke şişman olmasaydım da dostum Mirza gibi zayıf olsaydım, anne.” Ona üzülmemesini söyledim zira bu konuşmayı yaptığımızda Dost Mirza ile geçirdiği günler geceler boyunca epey eritmişti göbeğini.