Daha da heveslenmek için Buyrun Playing For Change ve Grandpa Elliot;
http://www.playingforchange.com/player/widget.swf?episode=14
İyi Yıllar Herkese!
Daha da heveslenmek için Buyrun Playing For Change ve Grandpa Elliot;
http://www.playingforchange.com/player/widget.swf?episode=14
İyi Yıllar Herkese!
Tagged Hayat, Kendime Dair
Tagged Emzirme
b
B
Tagged BilimSelim
Anne olmak demek; çocuğuna girişen çocuğa kendi de girişmeyi istemek demek. Lakin serde annelik olduğundan, içindeki ayıyı bastırıp -a, yo kimseye vurmuyoruz, sen vurma oğlum- nezaketini(!) göstermek demek.
Anne olmak demek evrene hoşgörüyle bakmaya yaklaşmak demek. Lakin evrene hoşgörü ile bakarken en yakınındaki sabiye tahammülsüzlük göstererek tiksinç bir çelişkiye girmek demek.
Anne olmak demek; bazen kendi evinde esir olmak demek. Saklanıp kuytu köşelere gizlice ağza bir parça çikolata atmak, uyuduklarında dondurma yiyebilmek demek.
Anne olmak demek, bazen rolleri değişmek demek. Ağızdaki çikolata kokusuyla, çocuğa suç üstü yakalanmak demek.
Anne olmak demek; 7 gün 24 saat açık olmak, kesintisiz hizmet vermek demek. Öyle -ay dur bir sigara molası vereyim- yahut -a dur bir wc molası vereyim- ya da -ay, gidip bir makyaj yapayım- şeklinde ara verebileceğiniz plaza işi değildir bahsi geçen asla ve kat’a, en ağır işçilere taş çıkartacak türdendir annelik. Çoğunlukla nefes nefese, kan ter içinde, koşturmaca halinde.
Anne olmak demek; -The Show Must Go On!*- demek. Yani ne olursa olsun, isterse kıyamet kopsun aslolan evlada annelik yapmak demek. Başa ne gelirse gelsin, -ölmedikçe- gösteriye ara vermemek, devam etmek demek.
*The Show must go on= gösteri devam etmeli
Bazen içimde yeni yetme bir kızın dolaştığı hissine kapılırım. Sonra yaşımı hesaplarım, anneliğimi düşünürüm ve kendi kulağımı çekmek zorundaymışım gibi hissederim. Bazen anneliğime ilk günlerdeki gibi hayret ederim. Bu çocuklar benim mi, derim. Şöyle bir iki adım geriye çekilip ikisini birden seyre dalarım. Yeniden, yeniden şaşarım. Bana kalsa ben olsa olsa yirmidördümdeyimdir. Beri yandan gençliğimden beri eskiye ve eskinin modasına düşkünümdür. Dönem filmlerini çok severim mesela. Özellikle 19.yüzyıl. Dehaların çağıdır bu dönem sanki. Kaldı ki içinde sadece Dostoyevski’nin olması bile 1800’leri sevmem için yeterlidir. Yanısıra 50, 60, 70’li yılların içinde ne varsa severim. Bilhassa 70’li yıllara hevesim çok derindir. Renkler, giysiler, takılar, müzikler, arabalar, konserler, filmler, bütünüyle ilgimi çeken şeylerdir.
Eskilere ama bilhassa 70’lere dair sevdiklerim; Janis Joplin, Bob Dylan, Woodstock Konserleri, Blues Müzik ve hayallerimi süsleyen New Orleans Caz Festivali… Yeşilçam’ın efsaneleri; Gülşen Bubikoğlu & Tarık Akan ve Filiz Akın & Ediz Hun, Türkan Şoray & Kadir İnanır filmleri… İspanyol paçalar, kollar, trikolar, Kızılderili renkleri ve motifleri, aksesuarlar, Meksikan tunikler, motifler, Hint takıları ve süsleri, deriler, Fransız dantellerinin estetiği, Hippi giysileri, Etnik ve folklorik giysilerin dayanılmaz cazibesi, Bohem giysiler, çizmeler, bu liste uzar gider. En iyisi hazır yazamayacak kadar kasta iken iki üç fotoğraf birleştirmeli.
Tagged Hayat, Kendime Dair, Sevdiklerim, Zayıflama, Şişmanlık
İlter Komando der bana. Fiziksel gücümü aşsın aşmasın her yükün altına girmem, kadınsı zerafetten gayet uzak biçimde kaba saba tüm işleri sırtlanmam ve üstüme gelen bir roket olsa dahi çekilmemem, istifimi bozmamam sebebiyle. Üstünden araba geçecek olsa aldırmıyorsun, diyor. Haklı da. Geçmişliği de var bir kaç kez. Sanırım bunda annemden gelen çilekeş genlerimin payı çok büyük. Nitekim ailenin tüm fertlerinde vardır ‘Komando Ruhu’ Evde bel fıtığı olmayan yoktur mesela, kaldı ki 2 kez ameliyatını olan çoktur. Önümüze gelen maddi yahut manevi yükü, ben bunu taşır mıyım, taşıyamaz mıyım diye düşünmeden sırtlanırız hemen. Bir de bu iflah olmaz genlerin üstüne sefil öğrenciliğimden gelen zayiatlar eklenince ortaya çıkan; şah iken şahbaz olan ben!
Anneliğim de bu hal üzredir. Komando ruhunun üzerine, olacakların ötesini berisini hesap etmeden, işin içine dört ayakla girme huyu eklenince çoğunlukla boyumu aşan durumlarda bulurum kendimi. Önce kırkbin kaplan gücündeymişcesine hayat çarkını döndürmeye uğraşırım cansiparane biçimde. Nefes nefeseyimdir, yorgunluktan ölebilirim belki ama sorgusunu yapmayı dahi akıl etmediğimden yaşam döngüsünü devam ettiririm tüm gayretimle. Çoğunlukla ağır aksak da olsa yürüyen çark tökezliyor bugünlerde. İşte şudur mesele;
Selim doğduğunda İlter’le daha hastanede kalmıştık yapayalnız. İlk gece birileri vardı ama ikinci gece başbaşaydık. Üstelik normal doğum diye gittiğim hastanede ameliyatlı kalakalmıştım. Apar topar hastaneye gitmek, onca ağrıya rağmen sezaryene mecbur kalmak, ilk bebek, tümden gelen şaşkınlık ve bönlük ile güdülmüş koyun gibi ne denirse yapıyordum. Hemşire ameliyattan bir kaç saat sonra ayağa kaldırmayı denediğinde hiç itirazsız kalktım, hem şaşkın hem de itaatkar idim alabildiğine. Hayretler içinde kaldılar; ağrı eşiğiniz ne kadar yüksekmiş dediler. E, bilmezler ki, ne de olsa ben bir komandoydum. Hiç -ah ağrım, vah canım- diyemedim, hep bir an önce kalkmaya uğraştım. 2. gece İlter hastane odasında uyudu ben hastanenin en cırtlak bebeğine baktım. Üstelik dedi ki -iyi ki ayağa kalktın!-
Moskova’ya gittik. Arkadaşımın biri -Vay canına, tek başına, yardımsız çocuk büyütüyorsun oralarda- deyince şaştım. Anormal olan bir şey mi yapıyordum da haberdar mı değildim diye, sorguladım. Sonra aldırmadım, kendimi yiğit bir kadın sandım. Oysa Selim de çok zorlanmıştım. Korkunç bir kolikle başlayan 2 yıl boyunca günler geceler boyunca uyumayan, yemesi kabus olan bir çocukla kalakalmıştım. Ve belki bir kaç çocuk büyütecek kadar yıpranmıştım. Aklı başında bir kadın benim durumum budur, tek çocukta kalmalıdır, derken ben ikinci çocuk da olmalıdır dedim. Gene sezaryen oldum. Gene derhal kalktım. Gene yardımsız ve gene komandoydum. Herşeye yetişirim, herşeye yeterim yanılgısındaydım gene. Hayat çarkını tüm gücümle döndürmeye uğraştım yüksek cehaletimle ama ne yazık ki bu kez sınıfta kaldım. Çok şeyin aksadığına, artık kırkbin kaplan gücünün de yetmediğine bana gerekenin yüzbinkaplan gücü olduğuna şahit oldum. Titizlenmelerimden eser kalmadı. Ev darmadağın. Selim’in okulu ayarlanmadı. Evden taşınmalı. Yapılacak tonlarca iş, alınacak onlarca eşya, bakılacak çocuklar ve en önemlisi kendim darmadağınım. Artık ne temizlikçi, ne yardımcı, ne okul, ne ev, ne eşya arayışına yok takatim. Zaten öncelik hangisinde onu bulmaktan bile acizim. Saldım çayıra mevlam kayıra modundayım. Dilerim Mevlam kayırır! Rabbim kimseye taşıyamayacağı yükten fazlasını vermez ya, budur inancım. Bundan dolayıdır ki bir ilahi gücün beni bu durumdan çıkarmasını beklemekteyim. Ümitvarım.
Velhasıl-ı kelam; zamane anneliği çok zor bir sanatmış. Hele ki yardımsız! Kapalı kutu gibi evlerimizde bir başına çırpınmak bir yere kadarmış. Olan yarı deli annelere ve ona bağlı çocuklara olmuş. Bugün öğrendim ki –Bir çocuk yetiştirmek için koca bir köye ihtiyaç varmış!-*
*Blogcu Anne‘den. Bir Afrika atasözü imiş. Yazıyı ordan yola çıkarak kaleme aldım. Bunun üzerine çok yazasım var daha. Yarama parmak basıyor tam da.
Geçen gün en nihayetinde bombayı patlattı: Bana -Kusursuz Selim- deyin dedi. Sümme haşa! Yani kişi bu kadar olur ismi ile müsemma!
Bana böyle gel Hayat’ı yazdıran evin terasından; Selimiye Camii ve Kışlası |
Tagged BilimSelim
Mutlu başlayan günün anatomisi henüz bitmedi ve tüm hızıyla devam etti. Öğle yemeği vakti geldi. Ben ahtapot misali idim her zamanki gibi. Bir yandan Kerim’i yedirmeye uğraşıyor, bir yandan Selim’e yemesi için dil döküyor, bir yandan kafasını seri bir şekilde sağa ve sola çevirerek, kaşıkla ağzını ıskalamama engel olan zibidi Kerim’i oyalayacak oyuncakları sallıyor, bir yandan her ikisini de olduğu yere mıhlayacak ve ağızlarını açık bırakıp şuursuzca da olsa yemelerine sebep olacak bir şeyler arıyordum televizyonda, bir yandan da Selim’e kaşığı uzatıyordum. Neden bilmem bazı günler iyi idare ederim ve ses çıkarmadan bitiririm bu çirkin ritüeli. Bazen de iyi başlamışken birden ne olur bilmem, çocuklar lay lay yaparken cırtlak sesimle ansızın çıldırıveririm.
Bugün çıldırıverdiğim günlere denk geldik nitekim. Selim derhal şikayeti kesti ama Kerim’e işlemedi çığlık. Selim’in yemeğini bitirmesi için türlü tehditler savurmaya odaklanmışken Kerim bir süredir rotasını çizdiği tabağa ulaşmanın zaferini yaşadı ve büyük bir sıçramayla mama dolu kaşığı uçurdu. Halı, oyuncaklar, onun üstü, benim üstüm öbek öbek mama olmuştu. Çarçabuk deliriveren ben böylesi durumlarda beklenenin aksine tuhafça sırıtmaya ve bu durumla baş etmenin yollarını ararken de suskunlaşmaya başlarım. Gene öyle oldu, Selim korkuyla -benim bir ilgim yok-dedi. Dokunsam ağlayacak gibiydi, sarılıp sorun olmadığını söyledim. Ve işi komediye döktüm. Gülmekten karnına ağrılar girene dek güldü. Zannımca o korkuyu gülmeyle dışarı attı, ya da ben ona yorup iyi hissetmek istedim sadece. Gülmenin gözle görünür bir faydası oldu; Kerim korktu ve elindeki kaşığı daha fazla savurmadan müdahale etme imkanı doğdu. Ortalık temizlendi.
Kerim’i uyku için hazırladım, altını temizledim, üstünü temizledim vs. Tam uyutmak üzere iken müthiş bir rayiha(!) yayıldı ortalığa. Anladım ki son bir saat tekrara girdi. İş başa düştü tekrar alt temizle, tulum, üstüne uyku tulumu giydirme faslında deliren Kerim’e kulaklarını tıkmayı denedim, beceremedim. Sinirler gerildikçe gerildi. Kerim uykuya geçmek istedi ama o da onu beceremedi ve bir süre ne yaparsak yapalım ağlamayı kesmedi. Ağlamaktan yorgun düşünce ancak uykuya geçebildi. Tam uyudı derken Selim’in kakası geldi. Tüm gün kaka temizlemekten kirlenen ellerimi yıkamak ve Selim’e bekçilik etmek dışında başka hiçbir ihtiyaç için banyoya giremeyen ben gene Selim’i bekleme derdine girdim. O sırada Selim’in el,yüz, diş, giyinme vs. işleri bitti.
Herşeye rağmen yorgun ama muzaffer bir komutan edasında idim. Ve bu özgüvenle, bu sakin ortamı fırsat bilerek banyoya yöneldim. Heyhat! Durun, savaş daha bitmedi! Kerim’den öyle bir ağlama sesi yükseldi ki -karşıma ne manzara çıkacak korkusuyla koştum yanına- ki herşey normal gözükmekteydi. Kerim’i alınca farkettim ki gene kaka yapmıştı. Bu sevimsiz ritüel devam etti. Ben bir yandan temizlemeye götürürken bir yandan da söylendim. -Aman be, ne hikmetse kendim için tüm gün banyoya gidemedim ama gözümü açtığımdan beri kaka temizlemekteyim-. Selim atıldı ordan ; -Anne bugün kaka günü sanki ya da herkes çok kaka yaptıran aynı şeyden yemiştir belki-
Mutlu başlayan günün konusu da kokusu da muhteşemdi vesselam!!!
Bu arada gün boyu bunu dinledim, dinlettim ki, kısmen işe yaradı. Yoksa tümden delirebilirdik. Uzaktan duyan -aman da ne ulvi bir ev!- diyebilirdi, oysa durum tam tersiydi.
Gün devam etti…
Yeliz Türkiye’ye gelecekmiş. Karşılıklı heyecana kapıldık. İki delinin karşılaşması sözkonusu olabilir nitekim. Deli dediğime aldanmayın, aklı selim Titiz Yelizimdir o benim. Ben de Selim’e anlattım;
-Dinozorlarla oynayalım mı, ingilizce nasıl söylenir, dedi ve cevabımı beklemeden, bilgisayar oyunlarından ve kendi merakından öğrendiklerini birleştirdi.
-Lets piley daynazor, diyebilirim ya da lets piley krokodayl ya da lets piley şark diyebilirim değil mi Anne? diyerek pozitif düşünce gücüyle aklını birleştirerek nihai çözüme ulaştı.
Tagged BilimSelim