Monthly Archives: December 2010

Tamamdır, Hazırım Hayat!

Secret’a Giden Yol‘u yazdım da Secret’a varışa geçemedim henüz. Ancak yeni yıl hasebiyle bir sıçrama yapıyor, neticeye yollanıyorum. Ardından ilahi çekim kanunuyla beklentilerimin gelip yakama yapışmasını ve ben istemedikçe beni bırakmamalarını ümit ediyorum. Kuru gürültü ile değil elbette, şükür, dua, ümit ve pozitif düşünce ile. Şimdi gemimi yüklüyorum ve Vira Bismillah! ile salıveriyorum denize.

Daha da heveslenmek için Buyrun Playing For Change ve Grandpa Elliot;
http://www.playingforchange.com/player/widget.swf?episode=14

Ve en önemlisi: çocuklara güzel davranışlarda bulunmak, hoşgörü sahibi olmak, layıkıyla davranabilmek istiyorum. Dağa taşa empati yapmak yerine önceliği onlara verebilmek istiyorum.  Sinirleri alınmış bir anne olmak istiyorum. Her daim müşfik olmak istiyorum. Öfke, sinir vs. gibi çirkef duygularımdan arınmak istiyorum. Hem de çok istiyorum. Selim’ime severek ve sevilerek gideceği, her türlü fayda göreceği bir okul istiyorum ve de. Ve huzur! Ve sağlık elbette! Ve de özetlemek gerekirse; her iki cihanda da iyilik ve güzellik istiyorum herkese, bize.

İyi Yıllar Herkese!

Bebeğinizi Emzirin! Emzirmeyi Destekleyin!

Emzirme eylemi çok önemsidiğimdir. Hem anne, hem çocuk için büyük gereksinimdir bence. Hem ruha ve hem de bedene gıda niyetinedir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de de bebeğinizi 2 yıl ve hatta 2,5 yıla kadar emzirin, buyrulur. Kendimden örnek vermek gerekirse, ben 2 yaşıma kadar anne sütü almışım. Üniversite yıllarıyla başlayan sağlıksız beslenme, sağlıksız barınma ve yaşama koşullarına rağmen çok şükür hala sağlıklıysam, bunu uzun süre anne sütü almama bağlarım. Ve dahi komandoluğumun bir kısmı da bundan kaynaklanır zannımca.

Bu sebeple içeriğini pek bilemesem de, bir bebeğe bir kez daha olsun fazladan emzirmeye vesile olsa bile yürekten desteklenmesi gerektiğine inandığım Emzirme Reformu’nu destekliyorum ve Canım Yasemin ve Berna‘dan gelen bu sobeyi vakit kaybetmeden cevaplıyorum.
1) Türkiye’de 6 ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç?
Yüksek sanıyordum ama bloglarda dolaşan bu yazılardan sonra %1,3 civarında gibi son derece düşük bir rakam olduğunu öğrendim. İlginçtir. Gerçi şu da bir gerçek ki bebek yetersiz besleniyorsa desteklenmeli de mama vs. ile. Bu yüzden de oranın düşük çıkması normal sayılmalı.
2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütüyle beslediniz?
Selim’i 21 ay emzirdim. Hedefim en az 24 ay idi. Ancak geceleri nerdeyse tamamen uyanık olması, ne beni ne de kendisini uyutmaması ve  bu işin faydadan ziyade ziyana dönüşmesi sebebiyle bitişe varamadan kesmiş bulundum. Kerim’i de gene 2 sene kadar emzirmek istiyorum ama ahkam kesmekle olacak iş değildir. Zaman ne gösterir bilinmez nitekim. 
3) Kaç ay doğum izni kullandınız?
Çalışmadığım için böyle bir sıkıntım olmadı. 
4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?
bkz. 3
5) Emzirdiğiniz ya da süt izni kullandığınız için isyerinde tepki ile karşılaştınız mı?
bkz. 3
 6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarda emzirdiğinizde sıkıntı yaşadınız mı?
İlk bebekte kesinlikle evet. Ancak 2.bebekte daha rahattım. Hele ki emzirme önlüğü ile kuytu köşelere saklanma derdinden kurtuldum epey.
7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Emzirme danışmanlığı ya da yeterince psikolojik destek bulabildiniz mi?
Özel bir desteğe ihtiyaç duymadım. İlk bilgiyi kabaca hastaneden almıştık zaten. Gerisini deneme-yanılma ve içgüdüye güvenme meselesiyle hallettik.
8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan “sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?
Tek başına çocuk büyütmenin belki de tek faydası bu. Etrafınızda kendi bildiğini dayatan insanlar da olmuyor haliyle ve bildiğiniz gibi yürüyorsunuz bu yolda.
9) Emzirme reformunu biliyor musunuz? Sizce neden gerekli?
Doğrusu koşullar nedir, şu an sistem nasıl işliyor bilmemekteyim. Tek bildiğim hem annenin, hem bebeğin buna yüksek oranda ihtiyacı olduğu ve sağlıklı bir şekilde emzirme eyleminin gerçekleştirilmesi gerektiğidir.
10) Emzirme reformunu web sitesinde desteklediniz mi? http://www.emzirmereformu.com’daki formu doldurmanız yeterli. Evet.
Ben de, gencecik yaşına ve zor koşullara rağmen emzirmekten vazgeçmeyen, takdir edilesi anne Taze Anne‘yi ebeliyorum. Cihan izin verir de cevaplayabilirse şayet elbette!

BilimSelim – Felsefe

Selim’e yakınlarımızın taktığı çeşitli lakaplar var; profesör, filozof hatta Descartes gibi. Bense annesi olmam hasebiyle mesafeli yaklaşıyorum bu türden söylemlere, bir annenin objektif olmayacağı kanaatiyle. Amma velakin ne Selim’e, ne de kendime belli etmesem de içten içe yüksek tutuyorum beklentilerimi sanki.
Selim’in ilk müze gezisi Puşkin’e idi, ikincisi de Dostoyevski’ye. İki yaşında idi buralara gittiğinde. Dili dönmeden Puşi-kin’in evine gittik diyordu. Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşleri yazdığı evin camına tüneyip arabalarını yarıştırıyordu. Onun çocuklarına ait oyuncakları istiyordu. 3. müze gezisi ise Mevlana Müzesi’ne idi. Benim yüksek beklentilerim bu sebeptendir işte. İçine bir şekilde işlemiş olduğunu ümit ediyorum; bu ilahi, esinli ve yaratıcı havanın. İstiyorum ki onun filozofluğu kendine giden yolda olsun. Yoksa dahi olsun, uzaya çıksın, yeni galaksiler bulsun, ışınlansın değil derdim. 

Felsefik anlamda içimi kıpır kıpır eden alametler vermiyor değil Selim. Örneğin;
                                
Gömlek giymiş ve saçlarını taramışken babası sordu;
-Sen yakışıklı mısın, yoksa akıllı mı? Hiç istifini bozmadan ve her zamanki gibi hiç düşünmeden atıldı;
-Akıllı! Çünkü sonsuza dek yakışıklı olmuyorum. (Ah be canım oğlum, şu marazi güzellik takıntısının ne denli fani olduğunu ve aslolanın kalp güzelliği, akıl ve aklını kullanma güzelliği olduğunu bir de biz  yetişkinler idrak edebilsek!)
                                  {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Bir gece uyumadan masal okuyorum gene. Masal bitince yüzünde bir gülümsemeyle;
-Hah! mutlu sonla bitti. Zaten masallar hep mutlu sonla bitmeli! (Bir masal niye kötü sonla biter ki zaten)
                                  {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Kuruyemiş yerken anne bak, deyip ağzını açarak -çakkada çukkada,  hatırt kuturt!- sesler eşliğinde yemesini gösterdi bana. Ben de bilmiş anneliğimin tesiriyle yemek yerken ağzı kapatmanın gerektiğine dair nutuklar atmaya hazırlanırken;
-Ben yemişlerle ritim tutuyorum anne, dedi. Ahkam kesmiş olmaktan utanırken ben devam etti;
-Zaten herşeyin bir ritmi vardır değil mi anne? (Ah be oğlum, bilir misin ki annen bu dediğini 30’unda duyumsayabildi ancak!)*
                                    {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Akşam oldu mu sıkıntı basıyor Selim’i. Hele ki uyku vakitlerinde. Dönüp duruyor boyuna.. Üstelik bir yerden sonra çıkışıyoruz da niye hala uyumadın diye. Yine böyle bir gecede epeyce kıvrandıktan sonra derin bir of- çekti ve devam etti.
-Off of! Hayat kömür! yani kapkara! (Kömür görmüşlüğü var sanki, olsa olsa bir hikayede rastlamıştır hepsi bu. Ayrıca bir çocuğu, istemediği şeye zorlanmanın ne denli karanlık  hissettirdiğini anlamak bakımından önemliydi benim için)*
                                    {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Bu sıralar bir korku peydahlandı üzerine. Tek başına hiçbir odada durmuyor, odasına adım atmıyor. Bir gün oyuncaklarını toplaması için odasına yolladım onu. Normalde bu denli direnmez ama sanırım korkunun tesiriyle epeyce direndi ve söylenmeye başladı;
-Off, çocuk olmak ne zor! 
-Neden?
-Çünkü her işimi bana yaptırıyorsunuz.
-İyi de onlar senin dağınıklığın ve toplamak da senin işin.
-Ama anne, ben de bir çocuğum, çabuk yoruluyorum ve sıkılıyorum. Sizin bana yardım etmeniz lazım, ben daha küçüğüm! (Korktuğunu da itiraf etmiyor üstelik! Ara sıra -anne seni çok seviyorum- diyerek verdiğim yanıtla rahatlıyor)
                                     {Selim, Canım Bilimsel Selim}  
Şu sıralar kızdığım zamanlarda geri çekilmek yerine yeni bir taktikle çıkıyor karşıma:
-Kızma anne, kızma! Derin nefes al, bir daha, bir daha.. kızgınlığın geçene kadar derin nefes al! Böyle yaparsan sinirlerin yatışır, tabii çocukların da. (Anne deli,çocuk akıllı olunca ortaya çıkan vahim manzara)
                                      {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Kerim’e kızınca;
-Daha kaç kez söyleceyeğim anne! Kardeşime kızmamalısın! O daha bir bebek! (Bazen bunu kendine de hatırlatmalı)
                                      {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Kriterleri vardır hep, hala çözemediğim. Bir oyuncak asla tatmin etmez onu; keşke rengi turkuaz olsaydı, yanlarındaki çizgiler beyaz değil de kırmızı olsaydı, kolları yana doğru değil de dik olsaydı vs. gibi. Sonra da inşallah bunun kırmızından da buluruz, der mesela. Gerçeği yüzüne vurarak iyi bir iş çıkarttığımızı sanan biz ebeveynler derhal müdahale ederek:
-Ama istediğinden olmayabilir her zaman! diyerek ukalalık yaparken atılır derhal;
-İnşallah dersek Allah bize buldurur! diyerek son sözü söyler gene.
                                      {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Dün yeni bir halı aldık. Türk motifi desenli. Görünce pek sevindi. Ve gak guk demeden derhal namaz kılmaya başladı üzerinde. Sonra da ekledi:
-Hani sen bana çok iyi kalpli bir insanı anlatmıştın ya. Hani Mevlana. Müzesine gitmiştik. İşte bu halı ordaki namaz kılma halısındanmış şakacıktan. Ben de o yüzden namaz kıldım. Ben de ne iyi kalpliyim diii-mi anne? (Nitekim Mevlana müzesinde kulaklıkla tanıtım yapılıyordu ve tüm gezi boyunca kulağında kulaklık dinledi, anlattı bize)
                                      {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Pozitif Düşünce gücüne de inancı tam. Bir şeyini kaybettiğinde, yahut birisi gitmek zorunda kaldığında, istediği bir şey olmayınca derhal umut verir kendine. Ya -bir dahaki sefere olur- der ve yola devam eder yahut;
-İyi düşünelim, iyi olsun dii-mi anne? diyerek konuyu kapatır ve irdelemez bir daha. (İçinde sindirmiştir zannımca, benimki gibi askıda kalmamıştır düşünceleri, yerli yerinde oturuyorlar besbelli)

                                      {Selim, Canım Bilimsel Selim}
Tembel Kasaba diye bir film var Disney’de. Başta kahraman Sportaküs’ü olmak üzere tüm diziyi ve karakterlerini sever. Filmin şarkısında geçen -tek amacımızdır eğlence-yi duyan İlter, baba olmanın sorumluluğu ile atıldı bir gün;
-Tek amacımız eğlence değildir, oğlum, dedi ve devam etmek üzereyken; leb demeden leblebiyi anladı ve atıldı Selim;
-Biliyorum baba, abartıyorlar. Zaten bunlar sadece çizgi film kahramanı, gerçek değiller!

                                      {Selim, Canım Bilimsel Selim}

Oyun oynayacak adam arıyor ve haliyle gözüne kestirebileceği bir tek ben varım. Ümitsizce de olsa soruyor:
-Anne hamur oynayalım mı?
-Selim’ciğim yapacak çok işim var. Ortalık süpürülecek, çamaşırlar, bulaşıklar ve her ikinizin yemeği…  
-Of! Zor işin! Hiç anne olmak istemem. Olsaydım da yapmazdım bunları. (Gel de yap şimdi)

b

Annelik = The Show Must Go On!

Anne olmak demek; Dönüşüm demek en evvela. Bir başka canlı türüne hatta insanüstü bir halete dönüşmek demek.
Anne olmak demek; bekar acziyetinden zerre kalmaması demek bünyede. Her koşulda çocukların ihtiyacını gidermek üzere ayakta olmak demek.
Anne olmak demek; kırkbin kaplan gücüne erişmek demek. Arada kendini uzaktan izleyip; -Vay Canına! Ben neymişim böyle!- diyecek bir kudrete ve kuvvete erişmek demek.
Anne olmak demek; hastayken dahi yatma lüksünün olmaması demek. Zombi misali de olsa işlere yetişmek demek.
Anne olmak demek; kendi pilli diş fırçasına aylardır pil takamayıp, çocukların ıvır zıvır tüm oyuncaklarına itinayla pil takabilmek demek.
Anne olmak demek; çocuklarının düzenli olarak banyolarını yaptırıp, her daim onları pür-i pak eylemek demek. Beri yandan, kendi leş gibi dolanıp, duş almanın dahi kendisi için lüks sayılması demek.
Anne olmak demek; tek çocuk sahibi ise bir oturuşta 40, iki çocuk sahibi ise 60, 3 çocuk ve daha fazla ise yirminin katları şeklinde tırnak kesmek demek. Ve anne olmak demek, yer gök tırnak olması demek, tüm iğrentiye rağmen bu işlemin kaçınılmaz olması demek.
Anne olmak demek, tüm gün çocuk/çocukların kakasıyla haşır neşir olmak demek. Hatta kimi zaman yer gök kakaya bulanmak demek. Lakin anne olmak demek, kendi için tuvalete kısa bir mola dahi veremeyip kabızlık ve böbrek patlaması ile tanışmak demek.
Anne olmak demek; bazen iğrençleşmek demek. Farz-ı misal; gaza ve geğirmeye şükürler olsun demek. 
Anne olmak demek; yüksek sabır sahibi olmak demek. Arıza çıkaran çocuğa girişmek isterken kendini büyük bir güçle tutmak demek. Lakin bazen dayanamayıp yumruğu duvarlara geçirmek demek.

Anne olmak demek; çocuğuna girişen çocuğa kendi de girişmeyi istemek demek. Lakin serde annelik olduğundan, içindeki ayıyı bastırıp -a, yo kimseye vurmuyoruz, sen vurma oğlum- nezaketini(!) göstermek demek.

Anne olmak demek çelişki demek. Kendisi hiç zulmetmezmiş gibi çocuğa, babası bile çıkışsa yüzbin kaplan gücüyle çıkışana atılmak, çocuğu arkasına almak demek. Velhasıl başkasının kendi çocuğuna -gak!-demesine tahammül edememek demek.
Anne olmak demek, derin vicdan azaplarıyla tanışmak demek. Bir yandan kızıp, bir yandan daima düşünmek ve kendini yemek demek. Alıp vermekle ömrünü bitirmek, bir türlü huzura erememek demek.
Anne olmak demek; büyük konuşmamayı öğrenmiş olmak demek. Anne olmak demek, -Davulun sesi uzaktan hoş gelir- deyişini yaşayarak tecrübe etmiş olmak demek. Ve anne olmayanların atıp tutmalarına kıs kıs gülmek demek.

Anne olmak demek evrene hoşgörüyle bakmaya yaklaşmak demek. Lakin evrene hoşgörü ile bakarken en yakınındaki sabiye tahammülsüzlük göstererek tiksinç bir çelişkiye girmek demek.

Anne olmak demek; bazen kendi evinde esir olmak demek. Saklanıp kuytu köşelere gizlice ağza bir parça çikolata atmak, uyuduklarında dondurma yiyebilmek demek. 

Anne olmak demek, bazen rolleri değişmek demek. Ağızdaki çikolata kokusuyla, çocuğa suç üstü yakalanmak demek.

Anne olmak demek; hem çok darlanıp hem de şikayetlenmekten korkmak demek. Nitekim çocukların sağlıklı olması için milyonlarca kez şükretse az olduğunu bilmek demek.

Anne olmak demek; 7 gün 24 saat açık olmak, kesintisiz hizmet vermek demek.  Öyle -ay dur bir sigara molası vereyim- yahut -a dur bir wc molası vereyim- ya da -ay, gidip bir makyaj yapayım-  şeklinde ara verebileceğiniz plaza işi değildir  bahsi geçen asla ve kat’a, en ağır işçilere taş çıkartacak türdendir annelik. Çoğunlukla nefes nefese, kan ter içinde, koşturmaca halinde.

Anne olmak demek; -The Show Must Go On!*- demek. Yani ne olursa olsun, isterse kıyamet kopsun aslolan evlada annelik yapmak demek. Başa ne gelirse gelsin, -ölmedikçe- gösteriye ara vermemek, devam etmek demek.

http://muzicons.com/musicon_v_srv_new.swf

*The Show must go on= gösteri devam etmeli

Retro Sevdası

Bazen  içimde yeni yetme bir kızın dolaştığı hissine kapılırım. Sonra yaşımı hesaplarım, anneliğimi düşünürüm ve kendi kulağımı çekmek zorundaymışım gibi hissederim. Bazen anneliğime ilk günlerdeki gibi hayret ederim. Bu çocuklar benim mi, derim. Şöyle bir iki adım geriye çekilip ikisini birden seyre dalarım. Yeniden, yeniden şaşarım. Bana kalsa ben olsa olsa yirmidördümdeyimdir. Beri yandan gençliğimden beri eskiye ve eskinin modasına düşkünümdür. Dönem filmlerini çok severim mesela. Özellikle 19.yüzyıl. Dehaların çağıdır bu dönem sanki. Kaldı ki içinde sadece Dostoyevski’nin olması bile 1800’leri sevmem için yeterlidir.  Yanısıra 50, 60, 70’li yılların içinde ne varsa severim. Bilhassa 70’li yıllara hevesim çok derindir. Renkler, giysiler, takılar, müzikler, arabalar, konserler, filmler, bütünüyle ilgimi çeken şeylerdir.

Çılgın ikizlerin çılgın annesi; İkiz Annesi haftalar önce -Sevdiklerim &Sevmediklerim- konusunda mimleyince  beni, aklıma bir süredir hazırlamak istediğim bu post geldi. Sevmediklerime enerji sarfetmek yerine sevdiklerime odaklanıp, bunlardan birkaçıyla uğraşmayı yeğledim. Hem belki bu şekilde çok değil 5 yıl öncesine gidebilir ve incelme şevkimi de arttırabilirim.

Eskilere ama bilhassa 70’lere dair sevdiklerim; Janis Joplin, Bob Dylan, Woodstock Konserleri, Blues Müzik ve hayallerimi süsleyen New Orleans Caz Festivali… Yeşilçam’ın efsaneleri; Gülşen Bubikoğlu & Tarık Akan ve Filiz Akın & Ediz Hun, Türkan Şoray & Kadir İnanır filmleri… İspanyol paçalar, kollar, trikolar, Kızılderili renkleri ve motifleri, aksesuarlar, Meksikan tunikler, motifler, Hint takıları ve süsleri, deriler, Fransız dantellerinin estetiği, Hippi giysileri, Etnik ve folklorik giysilerin dayanılmaz cazibesi, Bohem giysiler, çizmeler, bu liste uzar gider. En iyisi hazır yazamayacak kadar kasta iken iki üç fotoğraf birleştirmeli.

 

 

 
 
(Bir de sevgili arkadaşlarım; Sezobigo ve İkiz Annesi‘nden gelen bu zarif ödüle teşekkür ederim. Ben de herkesi ödüllendiriyorum bu vesileyle… Hadi iyisiniz yılbaşı öncesi gene:))

Komando Ruhlu Annelik

İlter Komando der bana. Fiziksel gücümü aşsın aşmasın her yükün altına girmem, kadınsı zerafetten gayet uzak biçimde kaba saba tüm işleri sırtlanmam ve üstüme gelen bir roket olsa dahi çekilmemem, istifimi bozmamam sebebiyle. Üstünden araba geçecek olsa aldırmıyorsun, diyor. Haklı da. Geçmişliği de var bir kaç kez. Sanırım bunda annemden gelen çilekeş genlerimin payı çok büyük. Nitekim ailenin tüm fertlerinde vardır ‘Komando Ruhu’ Evde bel fıtığı olmayan yoktur mesela, kaldı ki 2 kez ameliyatını olan çoktur. Önümüze gelen maddi yahut manevi yükü, ben bunu taşır mıyım, taşıyamaz mıyım diye düşünmeden sırtlanırız hemen. Bir de bu iflah olmaz genlerin üstüne sefil öğrenciliğimden gelen zayiatlar eklenince ortaya çıkan; şah iken şahbaz olan ben!

Anneliğim de bu hal üzredir. Komando ruhunun üzerine, olacakların ötesini berisini hesap etmeden, işin içine dört ayakla girme huyu eklenince çoğunlukla boyumu aşan durumlarda bulurum kendimi. Önce kırkbin kaplan gücündeymişcesine hayat çarkını döndürmeye uğraşırım cansiparane biçimde. Nefes nefeseyimdir, yorgunluktan ölebilirim belki ama sorgusunu yapmayı dahi akıl etmediğimden yaşam döngüsünü devam ettiririm tüm gayretimle. Çoğunlukla ağır aksak da olsa yürüyen çark tökezliyor bugünlerde. İşte şudur mesele;

Selim doğduğunda İlter’le daha hastanede kalmıştık yapayalnız. İlk gece birileri vardı ama ikinci gece başbaşaydık. Üstelik normal doğum diye gittiğim hastanede ameliyatlı kalakalmıştım. Apar topar hastaneye gitmek, onca ağrıya rağmen sezaryene mecbur kalmak, ilk bebek, tümden gelen şaşkınlık ve bönlük ile güdülmüş koyun gibi ne denirse yapıyordum. Hemşire ameliyattan bir kaç saat sonra ayağa kaldırmayı denediğinde hiç itirazsız kalktım, hem şaşkın hem de itaatkar idim alabildiğine. Hayretler içinde kaldılar; ağrı eşiğiniz ne kadar yüksekmiş dediler.  E, bilmezler ki, ne de olsa ben bir komandoydum. Hiç -ah ağrım, vah canım- diyemedim, hep bir an önce kalkmaya uğraştım. 2. gece İlter hastane odasında uyudu ben hastanenin en cırtlak bebeğine baktım. Üstelik dedi ki -iyi ki ayağa kalktın!-

Moskova’ya gittik. Arkadaşımın biri -Vay canına, tek başına, yardımsız çocuk büyütüyorsun oralarda- deyince şaştım. Anormal olan bir şey mi yapıyordum da haberdar mı değildim diye, sorguladım. Sonra aldırmadım, kendimi yiğit bir kadın sandım. Oysa Selim de çok zorlanmıştım. Korkunç bir kolikle başlayan  2 yıl boyunca günler geceler boyunca uyumayan, yemesi kabus olan bir çocukla kalakalmıştım. Ve belki bir kaç çocuk büyütecek kadar yıpranmıştım. Aklı başında bir kadın benim durumum budur, tek çocukta kalmalıdır, derken ben ikinci çocuk da olmalıdır dedim. Gene sezaryen oldum. Gene derhal kalktım. Gene yardımsız ve gene komandoydum. Herşeye yetişirim, herşeye yeterim yanılgısındaydım gene. Hayat çarkını tüm gücümle döndürmeye uğraştım yüksek cehaletimle ama ne yazık ki  bu kez sınıfta kaldım. Çok şeyin aksadığına, artık kırkbin kaplan gücünün de yetmediğine bana gerekenin yüzbinkaplan gücü olduğuna şahit oldum. Titizlenmelerimden eser kalmadı. Ev darmadağın. Selim’in okulu ayarlanmadı. Evden taşınmalı. Yapılacak tonlarca iş, alınacak onlarca eşya, bakılacak çocuklar ve en önemlisi kendim darmadağınım. Artık ne temizlikçi, ne yardımcı, ne okul, ne ev, ne eşya arayışına yok takatim.  Zaten öncelik hangisinde onu bulmaktan bile acizim. Saldım çayıra mevlam kayıra modundayım. Dilerim Mevlam kayırır! Rabbim kimseye taşıyamayacağı yükten fazlasını vermez ya, budur inancım. Bundan dolayıdır ki bir ilahi gücün beni bu durumdan çıkarmasını beklemekteyim. Ümitvarım.

Velhasıl-ı kelam; zamane anneliği çok zor bir sanatmış. Hele ki yardımsız! Kapalı kutu gibi evlerimizde bir başına çırpınmak bir yere kadarmış. Olan yarı deli annelere ve ona bağlı çocuklara olmuş. Bugün öğrendim ki –Bir çocuk yetiştirmek için koca bir köye ihtiyaç varmış!-* 

*Blogcu Anne‘den. Bir Afrika atasözü imiş. Yazıyı ordan yola çıkarak kaleme aldım.  Bunun üzerine çok yazasım var daha. Yarama parmak basıyor tam da. 

BilimSelim – Kusursuz

Selim’e isim bulmakta zorlanmadım hiç. BilimSelim sayfasında da dile getirdiğim gibi; Oğuz Atay’ın -Tutunamayanlar- kitabının baş karakteri Selim Işık’tan esinlendim en çok. İnce sesli harflere olan delice sadakatim var bir de. Bir diğeri; eskimeyecek bir ismi olsun istiyordum oğlumun,  bir dönemi değil de bir bütün zamanı anlatsın istiyordum. İlk söylenişte -hı, ha, ne- tepkilerine  geçit vermeyecek yalınlıkta olmalıydı bir de. Zira kendi ismimden çok çekmiştim. Benim adım öyle bir evrim geçirdi ki, şu an kimlikte ne yazıyor tam olarak emin değilim. Son olarak II. Selim’in yaptırmış olduğu ve semtimize ismini veren Selimiye Camii’ni çok sevmemdi bir başka sebep. Kısacası  türlü manalar yüklüydü bu isme benim için. Ancak ne hikmetse kelimenin manası bu anlam yüklü manalar içinde yerini almamıştı. Çok sonradan öğrendim ki  Selim’in kelime anlamı -Kusursuz- imiş. Bilsem gene de koyar mıydım, emin değilim.

Her ne kadar ben şuursuz bir anne olarak ismin kelime anlamından bihaber olsam da BilimSelim bundan çok önceden haberdardı sanki. Hep dediğim gibi gayb aleminden gönderiler alıyor sanki. Nitekim ismindeki kusursuzluk kulağına fısıldanmış gibi içine işlemiş.
Hiçbir işi yarım yamalak yapamaz Selim. Ayakkabı cırtcırtlarını bize yaptırmaz. Biz düzensiz yapıyormuşuz. Kendisi gayet ağırdan ve milimetrik hesaplarla yapıştırır bantlarını. Oyun parkına gitmişiz mesela. Görevli ablalar ayakkabılarını giydirme jestinde bulunuyorlar. Ancak o da ne? Beğenmiyor Selim, yapıştırılan cırt cırtları yeniden söküyor, arkasındaki sıraya aldırmadan; -kusursuz olmalıydı- diyerek aheste aheste yeniden yapıştırıyor. Tişörtünün kollarını kıvırttırmaz, eğri durur diye. Dışarıya çıkarken krizlerimizin çoğu bu sebebe dayanır. Nitekim alelacele giydiremezsiniz. Montunun fermuarı, cırt cırtları kusursuz bağlanmalıdır, dağınık olmamalıdır. Bir oyuncağını yerinden oynatsanız isyan eder, yanlışlıkla bir yere koyanı hemen ikaz eder, ola ki sonradan farketmişse söylenir de söylenir. 
Konuşmasına da yansır kusursuzluk isteği nitekim. Kelimeleri çok düzgün kullanır. Gayri ihtiyari yanlış telaffuz ettiği bir kelime olduğunu farketse doğrusunu öğrenmek için üstün bir çaba sarfeder. Çok ciddi bir ifadeyle yanıma gelip -Anne ben fevkalaladeyi yanlış mı söylüyorum- diye sorar. Yeni kelimelere çok düşkündür. Teyzesi eğlenmek için yanında osmanlıca-farsça kelime kullanır bir de bakarız hemen sindirmiş de cümle içinde kullanıyor. Mümkündür, sözümona, sözgelimi, Caillou’dan öğrendiği alacağımdır gibi kelimelerine bu kadar özen gösterir de bilmez ki hala : sandalyeye salyande, tuvalete tulavet, bir dahaki sefere yerine de birdahakisekefere der. Çocuk kusursuzluğu da buraya kadar işler.
İngilizceye çok meraklıdır ya hani, 2 yaş civarında renkleri öğrenmeye merak sardı.  İlter de white (beyaz)  kelimesinin telaffuzunda detaya girme gafletinde bulundu ki  söylemez olaydı. Günlerce  evde takılmış plak gibi sesler hakimdi: vayt, ovayt, ovvayt. Ona vayt- desen de olur dediğimde kesinlikle kabul etmedi. Ama babam vayt-olmadığını söyledi diyerek kıvrandı ve kıvrandırttı bizi. İlter’e çok kızdım sonra, çocuğu kompleks sahibi ettin, söyleyemiyor ve deliye dönüyor diye.
Kendinden küçüklerle oynamaya yanaşmaz yalnızlıktan çıldırmamışsa. Sebebi; tam olarak konuşamıyorlarmış ve anlaşamıyormuş.
Moskova’da olduğumuz dönem kimseyle kaynaşmaya yanaşmadı. Onca sosyal olmasına rağmen katılmadı aralarına. Konuşmaya da bunca meraklı olmasına rağmen. Anlaşılamamak deli ediyor onu nitekim. -Yoksa yok!- deyip tümden geri çekiyor kendisini. Yıllarca tek kelime Rusça konuşmadı. Ben de oğlum hiç  yabancı dil öğrenemeyecek diye ah-u vah etmekte idim. Buraya temelli döndüğümüzde kendine şeker veren bir dedeye -spassiba- (teşekkürler) diyerek şaşırttı bizi. Ve döndükten sonra niyeyse diline doladı -paka (hoşçakal)- kelimesini. 
Bir şey çizdirir mesela, kusursuz olsun anne, der ve gerçekçi. Olmadıysa şayet dudak büker, sonra şükürler olsun ki toparlar kendini ve pozitif düşünmek adına -Tamam, bir başka sefere kusursuz çizersin!- diye teselli eder. Kendi bir şey çizer veya yapar mesela, kusursuz olmadı diye aynı şekilde düşer yüzü. Ve kafasına vurarak -Ben çok beceriksiz bir çocuğum, hiçbir şey yapamıyorum- diyerek veryansın eder. Olmayan da belki milimden küçük bir sapmadır ama illa ki farkeder.
İnsan kendi çocuğu olmasına rağmen yaradılışını çok sonra çözüyormuş benim gördüğüm. Yani kızılderililer isim koymak için çocuğunun karakteristiğinin oluşmasını beklermiş ya hani, çoğu zaman hak vermiyor değilim.Gerçi bizimki her koşulda Selim olurdu.

Geçen gün en nihayetinde bombayı patlattı: Bana -Kusursuz Selim- deyin dedi. Sümme haşa! Yani kişi bu kadar olur ismi ile müsemma!

Bana böyle gel Hayat’ı yazdıran evin terasından; Selimiye Camii ve Kışlası

Mutlu Başlayan Günün Anatomisi – II

Mutlu başlayan günün anatomisi henüz bitmedi ve tüm hızıyla devam etti. Öğle yemeği vakti geldi. Ben ahtapot misali idim her zamanki gibi. Bir yandan Kerim’i yedirmeye uğraşıyor, bir yandan Selim’e yemesi için dil döküyor, bir yandan kafasını seri bir şekilde sağa ve sola çevirerek, kaşıkla ağzını ıskalamama engel olan zibidi Kerim’i oyalayacak oyuncakları sallıyor, bir yandan her ikisini de olduğu yere mıhlayacak ve  ağızlarını açık bırakıp şuursuzca da olsa yemelerine sebep olacak bir şeyler arıyordum televizyonda, bir yandan da Selim’e kaşığı uzatıyordum. Neden bilmem bazı günler iyi idare ederim ve ses çıkarmadan bitiririm bu çirkin ritüeli.  Bazen de iyi başlamışken birden ne olur bilmem, çocuklar lay lay yaparken cırtlak sesimle ansızın çıldırıveririm.

Bugün çıldırıverdiğim günlere denk geldik nitekim. Selim derhal şikayeti kesti ama Kerim’e işlemedi çığlık. Selim’in yemeğini bitirmesi  için türlü tehditler savurmaya odaklanmışken Kerim bir süredir rotasını çizdiği tabağa ulaşmanın zaferini yaşadı ve büyük bir sıçramayla  mama dolu kaşığı uçurdu. Halı, oyuncaklar, onun üstü, benim üstüm öbek öbek mama olmuştu. Çarçabuk deliriveren ben böylesi durumlarda beklenenin aksine tuhafça sırıtmaya ve bu durumla baş etmenin yollarını ararken de suskunlaşmaya başlarım. Gene öyle oldu, Selim korkuyla -benim bir ilgim yok-dedi. Dokunsam ağlayacak gibiydi, sarılıp sorun olmadığını söyledim. Ve işi komediye döktüm. Gülmekten karnına ağrılar girene dek güldü. Zannımca o korkuyu gülmeyle dışarı attı, ya da ben ona yorup iyi hissetmek istedim sadece. Gülmenin gözle görünür bir faydası oldu; Kerim korktu ve elindeki kaşığı daha fazla savurmadan müdahale etme imkanı doğdu. Ortalık temizlendi.

Kerim zorlu uğraşlardan sonra uyudu. Selim’in kakası geldi. Korkudan tek başına banyoya gidemedi. Bu arada ben her zamanki gibi günboyu uğrayamadığım, devamlı ertelediğim tuvalete ancak Selim’e bekçilik etme göreviyle gidebildim. Selim’in iyice felsefikleşen konuşmaları ile -çıt-sesine uyanan Kerim elbette bu kez de uyandı. Seremoni gene başladı.  Kerim’i uyutma denemeleri fiyasko ile sonuçlandı. Zaten akşam yemeği vakti geldi. Öğlenki dramdan çekindiğimden Selim’e sevdiği şeyleri verdim. Sorunsuz yedi. Kerim yemedi. Sinir harbine girmeden kısa kestim bu faslı.

Kerim’i uyku için hazırladım, altını temizledim, üstünü temizledim vs. Tam uyutmak üzere iken müthiş bir rayiha(!) yayıldı ortalığa. Anladım ki son bir saat tekrara girdi. İş başa düştü tekrar alt temizle, tulum, üstüne uyku tulumu giydirme faslında deliren Kerim’e kulaklarını tıkmayı denedim, beceremedim. Sinirler gerildikçe gerildi. Kerim uykuya geçmek istedi ama o da onu beceremedi ve bir süre ne yaparsak yapalım ağlamayı kesmedi. Ağlamaktan yorgun düşünce ancak uykuya geçebildi. Tam uyudı derken Selim’in kakası geldi. Tüm gün kaka temizlemekten kirlenen ellerimi yıkamak ve Selim’e bekçilik etmek dışında başka hiçbir ihtiyaç için banyoya giremeyen ben gene Selim’i bekleme derdine girdim. O sırada Selim’in el,yüz, diş, giyinme vs. işleri bitti.

Herşeye rağmen yorgun ama muzaffer bir komutan edasında idim. Ve bu özgüvenle, bu sakin ortamı fırsat bilerek banyoya yöneldim. Heyhat! Durun, savaş daha bitmedi! Kerim’den öyle bir ağlama sesi yükseldi ki -karşıma ne manzara çıkacak korkusuyla koştum yanına- ki herşey normal gözükmekteydi. Kerim’i alınca farkettim ki gene kaka yapmıştı. Bu sevimsiz ritüel devam etti. Ben bir yandan temizlemeye götürürken bir yandan da söylendim. -Aman be,  ne hikmetse kendim için tüm gün banyoya gidemedim ama gözümü açtığımdan beri kaka temizlemekteyim-. Selim atıldı ordan ; -Anne bugün kaka günü sanki ya da herkes çok kaka yaptıran aynı şeyden yemiştir belki-

Mutlu başlayan günün konusu da kokusu da muhteşemdi vesselam!!!

Bu arada gün boyu bunu dinledim, dinlettim ki, kısmen işe yaradı. Yoksa tümden delirebilirdik. Uzaktan duyan -aman da ne ulvi bir ev!- diyebilirdi, oysa durum tam tersiydi.

Mutlu Başlayan Günün Anatomisi – I

Bugün mutlu bir yazı yazacaktım, özendiğim huzurlu bloglar gibi. Blogcu Anne İtirafı’ndaki ihmallerimi azaltmaya uğraştığıma, Özlem Annemin fikrine binaen Selim’e daha çok ve daha saf zaman ayırmaya karar verdiğime, bunu da derhal uyguladığıma ve hatta belgesini bile hazırladığıma, dün yaptığım temizlikten sonra içimin huzur dolduğuna, havanın karanlık olmasını fırsat bilerek, her daim asılı duran yılbaşı ışıklarını açtığıma, Selim’in de ve Kerim’in de bu huzurdan nasibini aldığına, İlter’in yokluğuna çok takılmadığımıza dair tadından yenmez bir yazı olacaktı  velhasıl hayal ettiğim. Ancak olmadı! Kimseye nazarı değmeyen, içindeki tüm potansiyeli kendine ve çocuklarına saklayan ben, nam-ı diğer Deli Anne, yapacağımı yaptım ve bu potansiyeli evime akıttım. Bir anda bıçakla kesilmişcesine değişti ortam. İlk işaret fişeğini Kerim yaktı. Kakayla!
Kerim’in altını açarken bir süredir korkudan hiçbir odada tek başına kalamayan Selim de yanımıza geldi. Yatağa çıktı ve her zamanki gibi zıp zıp toplar gibi delirdi. Yatakta trambolindeymişcesine sıçrıyor ve  tepe noktasına ulaştığı an, kendini yatay atış hareketiyle bırakıyordu. Bu sırada -kime, neye denk gelirim- derdinde olmuyordu elbette ve ısrarla Kerim’e doğru uçuyordu. Kerim de ağbisinin oyununa eşlik etmenin hazzı ile gülüşüyordu. Ben de ilkin oldukça sakin, giderek daha sık ve daha belirgin uyarılarda bulunuyordum; -Selim yapma! kafa kafaya tokuşucaksınız maazallah! senin de Kerim’in de canı çok yanacak!- diye. Ama Selim her zamanki gibi aldırmadı. Tam ellerimi yıkamaya gidecekken, önce -Tok!- diye bir ses duyuldu,  ardından Kerim canhıraş bir biçimde ağladı ve  Selim de korkuyla bana döndü haliyle. Bense Kerim’in açıktan bir şeyi olmadığına göz ucuyla baktıktan sonra, çıldırmamak adına odadan çıktım hışımla. Bu sırada Kerim’in deli gibi ağlamasına Selim’in -bebiiiş, bir şey yok, bebişş geçtiii- diyerek konuşması ve susturmak için söylediği şarkılar eşlik ediyordu. 
Biliyorum ki Selim de çocuk, biliyorum ki çok sıkılıyor, biliyorum ki şu anda çok korkuyor ve ben de korkusunu arttırmamak için tutmalıyım kendimi ama içimdeki kaynar kazan durmuyor. Başka odaya geçtim, kapıyı kapatıp yumruklamaya başladım duvarları. Öyle az buz da değil. Bir kısmına şahit oldu Selim de. Sinirlerim yatışmadı ama içeri girmek, Kerim’i almak zorundaydım, Selim de kaçıştı hemen diğer odaya. Ortalık sakinleşince önce kızgın, sonra durgun konuştum Selim’le. Ona kızdığım noktanın altını çizmeye uğraştım, beni yanlış anlamasın istiyordum zira. -Sadece kardeşine zarar verdiği için kızmadığımı, bunu zaten bilerek yapmayacağından emin olduğumu, ancak güzelce uyardığımda aldırmayıp sadece bağırdığımda dikkate aldığını ve bundan çok rahatsız olduğumu- söyledim, defalarca.  Beri yandan;  –belki de olur olmaz şeye sesimi yükselttiğimden çocuğun alçak sese algısının kapanmış olduğunu, sadece yüksek perdeden sesleri uyaran olarak kabul ettiğini ve buna sebebiyet vermekle onu değil kendimi suçlamam gerektiğini-  düşünüyordum içimden. Velhasıl daha kızarken çelişki içindeydim ve belki de bu yüzden yeterince ciddiye alınmıyordum Selim tarafından.

Gün devam etti…

BilimSelim – İlyas Gelirse…

Yeliz Türkiye’ye gelecekmiş. Karşılıklı heyecana kapıldık. İki delinin karşılaşması sözkonusu olabilir nitekim. Deli dediğime aldanmayın, aklı selim Titiz Yelizimdir o benim. Ben de Selim’e anlattım; 

-Hani ben seninle ilgili şeyler yazıyorum ya, hani bunu internete koyuyorum ve insanlar okuyabiliyor ya, hani bu şekilde birileriyle tanışıyorum ya (Daha önce Sibel’imin Tibet’i için açıklamıştım durumu zaten) işte bu tanıdıklarım arasında Yeliz Teyze de var. Senin gibi dinozor aşığı biri.
Şaşkınlıktan açılmış gözlerle; 
-Di-no-zorrr mu? dedi bastırarak hecelere.
-Evet, hatta o teyzenin bir dinozoru varmış, gidip gelip seviyormuş onu. (Şaşkın Yeliz! hatırladıkça gülerim:)) O teyzenin bir de oğlu var; İlyas. Senin gibi güzel saçları var, parlak mı parlak.. ama o senden küçük olduğu için henüz dinozorlarla oynamıyormuş. Arabalar, trenler ilgisini çekiyormuş.
Bir yandan oyununu oynuyor, bir yandan dinlemeye devam ediyordu beni;
-Yeliz teyzeler Amerika’da yaşıyorlar ve yakında gelecekler inşallah. Biz de Yeliz teyze ile görüşmek istiyoruz eğer mümkün olursa. 
-İliyas’da olacak mı?
 -Evet, işte bunu diyecektim. Sen de görüşmek ister misin diye?
Yerinden sevinçle sıçrayarak,
 -Evv-vet! Tabi görüşmek isterim. (Nitekim dinozor sihirli kelime idi) Biraz düşündükten sonra ekledi;

-Peki İliyas Türkçe biliyor mu? (İngilizce’nin kilit lisan olduğunun epeyce farkında olan ve hatta  Japonca gibi diğer lisanları da araştırma hevesinde olan bir çocuktur  nitekim, şu yazımda da yazmıştım. Ve bu sebeple Amerika’ya ve Japonya’ya gitme sevdası da vardır. Bunu da şurda yazmıştım. )
-Yeliz teyze biliyor ama İlyas İngilizce konuşuyor olabilir, deyince kısa bir süre sessizleşti.

-Dinozorlarla oynayalım mı, ingilizce nasıl söylenir, dedi ve cevabımı beklemeden, bilgisayar oyunlarından  ve kendi  merakından öğrendiklerini birleştirdi.

-Lets piley daynazor, diyebilirim ya da lets piley krokodayl ya da lets piley şark diyebilirim değil mi Anne? diyerek pozitif düşünce gücüyle aklını birleştirerek nihai çözüme ulaştı.