Tag Archives: Çizgi Film

Dinozor Kralı

Ben10, Ben10 Alien Force, yetmedi Ben10 Mania, Bakugan, Secret Saturday, Hero 108 vs. gibi  birbirinden sevimsiz filmin ve bunların yarattığı çılgın dalganın önünde üstün bir direnç göstererek set kurmuştur Deli Anne bugüne dek. Deli bir anneden beklenmeyecek bir istikrarla üstelik. Ama şimdilerde ne ara ortaya çıktığını bilemediği öyle şiddetli bir dalgayla karşı karşıyadır ki, ona düşen şöyle sessizce bir kenara çekilmek ve hatta selamlamaktır bu dalgayı. Dinozor Kralı adlı çizgi filmdir bahsi geçen. 3 yaşından itibaren arabalarla, herkesçe bilinen hayvanlarla, alelade oyuncaklarla ilişiğini kesen ve dinozorlar, ejderler, timsahlar, köpekbalıkları ile yatıp kalkan Selim’e bu filmi yasaklamak eziyetin de eziyeti olur hem. Ve de çok güç elbette.
Zira bu film ortaya çıktığından beri her gün, şafak sökmeden daha, istisnasız şu ritüel gerçekleşir; 
Bekarlık günlerinde gibi gece 02:00 civarında yatağa giren ve son iki saatini Kerim’in debelenmesiyle, uyku ile uyanıklık arasında geçiren hem Deli, hem Budala Anne derinlerden birinin kendisine seslendiğini işitir,
– Anne… Anneeeee!! 
Deli Anne sesi duyar ama cevap verecek şuurda değildir henüz. Hatta şuursuzluğun dibindedir. Derken ses çoğalarak kulağına çalınır gene Deli Anne’nin.
– Anne… Anneeeee!! Dinozor Kralı… 
Deli Anne nispeten uyanışa geçmiştir. Ancak kelimelere hala çok uzaktır, dudaklarından sadece ünlemler dökülür;
– Hı, ha, ne?  
– Anne… Anneeeee!! Dinozor Kralı… Dinozor Kralı’nı kaçırdım mı? Yataktan zar zor doğrulan Deli Anne buğulu gözlerle saate bakar ve
– Hö! Selim, saat 6 daha, uyusana, çok var daha Dinozor Kralı’naaaghh!!! Nitekim Dinozor Kralı 08:30 da başlamaktadır. 
– Anne saate bakcam ben, bir de JoJo’ya, diyen Selim çoktan yatağından inmiş Tv-ye doğru yol almaktadır.
Selim’in bir daha uykuya geçemeyeceğini ve birşeylere dalmazsa kendisinin ve Kerim’in  burnundan getireceğini de çok iyi bilen Deli Anne “Bir şey tamamen kötü olamaz,  içinde illa ki iyi birşeyler de barındırır!” felsefesini uydurur uyku arasında ve kendini akladığını sanarak -tamam- der. Yarım yamalak uykuya geri dönmeye uğraşır. Ancak iç kıvranmaları devam eder ve bunlara cevap vermek mahiyetinde yeni uydurmalar yapar. İç konuşmalar baş gösterir derken. 
-Ne diye kıvranıyorsun, çocuk saati bile öğrendi bu vesileyle.
-Hadi be, işin kolayına kaçıyorum, rahatıma bakıyorum desene sen şuna!
-Şuna bak hele! Sen ne demek istiyorsun bana? Çocuğumu düşünmüyor muyum yani? Hem bak sadece o değil, artık bu film sayesinde oturup saatlerce oynamıyor mu dinozorlarıyla?
-Ve sana gün doğuyor değil mi? 
-Aman, biraz kendimi düşünsem ölür müyüm? Hem bu film diğerleri gibi zararlı değil bana kalırsa.
-İnsanlar savaşmıyor tamam ama dinozorlar dövüşüyor boyuna. 
-Sen de çok didikliyorsun be budala kadın! Off, dert anlatılmaz sana.
Bu sırada henüz uyumuş olan Kerim de çoktan uyanmıştır. Deli Anne’ye de uyanmaktan başka yapacak şey kalmaz.

Caillou Psikozu

Çocukların da, ebeveynlerin de pek sevdiği, annelerin çocuklarını televizyonda o varken rahatça  başbaşa bırakıp, işlerine bakabildikleri, sıcak, sevimli, güzel ahlaklı Caillou. İddia ediyorum Selim bir çok güzel davranışı Caillou’dan edindi. Uzunca bir süre kendisine Kayu dedirtti. Uzunca bir süre Caillou gibi -annecim, ta-maam!- diye vurguladı sözcükleri. Rica etmeyi, teşekkür etmeyi ve daha bir çok nezaket kuralını Caillou’dan öğrendi.

Uzmanlarla hazırlanan bu çizgi dizinin bir çok çocuğun karakterine yaptığı olumlu etki yadsınamaz.  Ben bile oturup zevkle izliyorum, belki yüzlerce kez tekrarlanan bölümlerini. Mutlu bir ailede, mutlu bir çocukluk  geçirmenin resmi adeta.  Kısmen gerçek hayata denk düşen izdüşümleri ile çocuğa da, anne ve babaya da, hatta büyükanne, büyükbabalara bile yol gösterici niteliğinde, bazen. Mesela Caillou’nun annesinin ev kıyafeti ve hafif göbekli hali bile mesut etmeye yetiyor beni, zira benim hayatıma uygun düşüyor bu hali. 
Başlarda körü körüne bağlılık gösterdiğim bu dizinin beni korkutan çok tarafı olduğunu fark ediyorum günden güne. Zira Selim büyüyor, algısı değişiyor, akıl yürütüyor ve kendi hayatına uyarlıyor izlediklerini. Caillou Kanada yapımı bir çizgi film ve yaşayış tarzları da yaşam koşulları da ona göre. Örneğin bizim evlerimizin Kanada tipi aile evleriyle uzaktan yakından ilgisi yok. En azından benimkinin ilgisi olmadığı kesin. Nitekim 3 odalı sıradan bir apartman dairesinde zar zor sığışarak yaşıyoruz. Çocuklarımızın ayrı ayrı odaları, yetmedi bir de oyun odaları yok, devasa bahçelerimiz, rahatça bisiklete binebildikleri, paten kayabildikleri tertemiz sokaklarımız da yok. Bizde Kanada yaşamının vazgeçilmezi olan,  sık sık doğaya karışma, pikniğe gitme, kamp kurma yok, kayak, kızak faaliyetleri  ise hiç yok. Bahçede barbekü partileri de yok, pinatalar da yok, buz hokeyi de, beyzbol da pek yok. Selim bu çizgi filmi izlerken yaşamın bu faaliyetlerden ibaret olduğunu sanacak diye korkar oldum son zamanlarda. Nitekim “Anne, biz de kamp yapmaya gidelim.”, “Anne ben de buz hokeyi oynamak istiyorum.” vs. gibi cümleleri sıralıyor gün içinde. “Oğlum, biz de o tip şeyler pek yapılmıyor!” demekten dilimde tüy bitti. Bazen de utanıyorum artık o yok, bu yok, hatta bu da yok, demekten.

Özgüven sahibidir Selim. Oysa şimdi Caillou’yu izlerken aşağılık kompleksiyle tanışma tehlikesi mevcut. Caillou uçağa biniyor ve hostes  ismiyle hitap ediyor ona, pilot desen pilot kabinine davet ediyor onu, ya da polis arabasına bindirip anons yaptırıyor, itfaiyeci yanına alıyor, makinist trenin düdüğünü çaldırıyor, okul servisinin şoförü öylesine okula götürüp getiriyor kısaca özne hep Caillou oluyor. Ve diğer çocuklar figüran oluyor hep. Oysa uçağa sayısız kez binen Selim’in pilotla tek ilişkisi duyduğu ruhsuz anonstur. Polislerle sıcak teması nispeten olmuştur. O da pasaport işlemlerimiz sırasında kurduğu diyaloglar vesilesiyledir. Servis şoförü, değil okula öylesine götürmek, mecburen götüreceği  çocuğu götürmeye imtina etmektedir.

Bir de Caillou’nun annesi ile kendi annesini karşılaştırma tehlikesi vardır Selim’in; ki en çok korktuğum da budur. Zira bir tarafta sonsuz hoşgörülü, her daim yumuşacık ses tonuyla konuşan, hep anlayışlı ve ilgili  bir anne profili, bir yanda bir hoşgörülü-bir tahammülsüz, bir sakin-bir çıldırmış, genelde deli, tutarsız, işlere boğulmuş bir anne profili vardır. Dilerim bunca akıl yürüten Selim, Caillou ile kendini de karşılaştırır da soğumaz annesinden. Nitekim Caillou berbat davranışlarında ısrarcı değildir asla.

 -Caillou kardeşine öyle davranmamalısın, der annesi mesela.
-Ta-maaaaaaaaaaam! der, çekilir gider Caillou’da..Bir daha da tekrarlanmaz o berbat davranış.
 Oysa bizde öyle mi ki?
-Selim, kardeşine öyle davranmamalısın!!! Selim cevap dahi vermez, kardeşinin orasını burası sıkmaya ve çimdiklemeye devam eder.
-Oğlum yapmasana, bak ağlıyor kardeşin! Selim gene aldırmaz. Kardeş canhıraş bir biçimde ağlar.
-Selim yapmasanaaaa! Bağrılınca silkinen Selim, korkarak kaçışır odasına.

Bir de bilmediği şeyleri fark etmesine sebep oluyor seyrettikleri. Mesela gökgürültüsünden korkmayan çocuk, bundan korkan Caillou’yu görünce böyle bir korkunun farkına varıyor. Sonra  geceleri odasında yalnız kalmaktan, karanlıktan, gölgelerden korkulabileceğini farkediyor. Bir de utanma duygusu var, kendine zar zor uydurmaya çalıştığı Selim’in. Selim oldukça girişkendir. Kimseden çekinmez, hemen konuşmaya girişir. Şimdi Caillou’dan edindiği bu saçma duyguyu kendi üzerine oturtmaya uğraşıyor. Biri -merhaba-dese cevap vermiyor ve -ben utanıyorum anne-diyor muzır bir şekilde gülümseyerek. Ona ısrarla birilerinden utanmanın anlamsız olduğunu, insanın yaptığı kötü davranışlardan, sarf ettiği kötü sözlerden yahut mahreminin başkaları tarafından görülmesi durumunda utanmasının anlamlı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Aslında iyi niyetle, öğreti amacıyla verilen bu bölümler; bu tip davranışlara sahip olmayan çocukta saçma sapan bir şeye dönüşüyor, yapmacık ve zoraki korkular, davranışlar çıkıyor ortaya. Dilerim zorlaya zorlaya kalıcı hale getirmez bu tip davranışları.

Düşününce bir kez daha farkediyorum ne denli harika olursa olsun bir film, çocuğa tek başına izlettirilmemeli. Hatta bir kere beraber izledim, sorun yok, deyip sonrasında çocuk başbaşa bırakılmamalı o şeyle. Zira her an büyüyüp, değişen çocuk bir an etkilenmediği bir olaydan bir başka gün etkilenebiliyor. En iyisi bir yetişkinle ve aktif bir biçimde seyrettirilmeli. Ve çocuğun hassasiyetine göre gerekli yerde müdahale etmeli hemen. Uyanık olmalı velhasıl.

Çocuk Oyalama ve Faydalı Filmler

Selim’in Kolik Dramı efsane idi. Kolikle başlayan günlerin ardından her aşama nerdeyse aynı zorlukta ilerledi. 4. aydan itibaren yeterli kiloyu alamayınca ek gıdaya başladık. Benim acemiliğim ile onun yüksek duyarlılığı birleşince ortaya dramatik manzaralar çıkıyordu.

4 aylık bebeği yedirmek için oyalama taktikleri yanıtsız kalıyordu çoğu zaman. Türlü şakbanlıklarla, binbir eziyetle, saatler harcayarak tamamladığım yemek seremonisi,
bir sonraki öğüne dek kendimi şanslı addetmeme sebep olsa da bazen iğneyle kuyu kazmak misali yedirilen yemek 1 saniyede geri püskürtüldüğünde kolikten de öte bir drama şahit oluyordum. Bu kez anne çaresizliği, kul acziyeti, ilk bebek beceriksizliği, her nevi sıkıntı baş gösteriyordu. Selim biraz büyüdükçe ilerleme kaydeder olduk. Bazen ev eşyaları, bazen kendi oyuncaklarıyla türlü oyunlar, bazen zor durumlarda kullanılmak üzere henüz ortaya çıkardığım zulamdaki bir başka oyuncak, bazen delisi olduğu bir leğen dolusu su , bazen kitaplar ve çoğunlukla da çizgi film, animasyon, kısa film, fragman ne varsa kullanır oldum bu sırada. Bazen de hiçbirinin işe yaramadığı oluyordu ya, neyse..

Şimdi baktığımda görüyorum ki; çok zor geçen bu sürecin aslında Selim’e de bana da kattığı çok şey oldu. Bir kere Selim’le çok yakın, sımsıkı zamanlar geçirdik. Dile kolay günde en az 4 öğün, 1 saat kadar sürüyordu her bir öğün. Konuşarak, koklaşarak, sorarak, sorgulayarak, tartışarak, gülerek aynı şeyleri defalarca izledik beraber. Belki şimdi o yüzden birşey izlerken yanında birini ister ve devamlı konuşur, tartışır izlediğini. Her ne kadar yemek yemeyi tek eylem haline getirin, tv karşısında yedirmeyin dense de ve ben de katılsam da bu fikre, pişman değilim böyle olmasından. Bu halin ikimize, yakınlığımıza, Selim’in ufkunun genişlemesine, bilgi ve kelime dağarcığının genişlemesine ve umudum odur ki zihninde iyi hatıralar bırakan anlar oluşmasına vesile olduğunu sanıyorum. Kimbilir böyle olmasa ona daha az vakit ayıracaktım, o yemeğini rahat yerken ben başka işlerle meşgul olacaktım. Hem şuursuzca da terketmedim karşısına hiçbir filmin. Binlerce defa izlediğimiz, her karesini ezbere bildiğim şeylerdi seyrettirdiklerim. Üstelik bu sırada Moskova’da idik. Filmlerin çoğunu Youtube’dan ediniyordum. Bu sayede Selim onlarca farklı dilden şey seyretmiş oluyordu. Belki yabancı dillere merakı da buradan geliyordur, kimbilir?

Moskova’ya ilk gittiğimizde oturduğumuz ev korkunç derecede pisti. Üstelik  ev temizlemeye de müsait değildi. Zira banyoda gider, tuvalette musluk yok idi mesela. Selim  henüz emeklemeye başlamıştı. Her yeri cilalamam gerekliydi bana göre. İlk çocuk titizliği vardı üstümde üstelik. Temizlikçi diye gelen kızlardan biri tuvaleti temizlediği bezi mutfak tezgahına koymuştu ki o an benim için amelelik döneminin başladığı an oldu. Günler, gecelerce temizlik yaptım. Kaloriferleri söküp içlerini yıkayacak kadar, üstelik basbayağı altına leğen tut ve üstten su dök tarzında yıkayacak kadar delirmiştim  bu zaman zarfında.  İşte bu sırada imdadıma yetişen hep bu çizgi filmler oldu. Oturttum Selim’i mama sandalyesine, açtım bildik filmleri, peyderpey yaptım işlerimi. Ne Selim hırpalandı ne ben. Ben temizlikten hırpalandım olsa olsa.

Bu zaman zarfında fayda sağladığım filmlere gelince; 
  • Baby Einstein Serileri ; bebekken çok faydalı oldu.  Baby Van Gogh, Baby Da Vinci, Baby Beethoven vs. ile gerek müzikleri, gerek kültürel bilgileri içten içe işleyisi, ilgiyi üzerinde tutma vs. çok başarılıydı. 
  • Teletubbies: Uzun süreli zapt etme konusunda oldukça işime yaradı. O moron tiplere yardımları için çok şey borçluyum.   
  • Elmo’s World Serisi: Ben çok memnundum bu seriden ancak Selim bazen sıkılabiliyordu. Selim burdan hem dünyaya dair çok şey öğrendi;  bilgi kapasitesi ve çeşitliliği arttı, kelime haznesi de. Geçenlerde tenor sesi çıkarmaya uğraşarak yanıma geldi ve “Anne bak ben opera sanatçısı oldum.” dedi. Bu bilgi Elmo’da vardı örneğin.  1 senedir hiç izlememesine rağmen unutmamıştı.
  • Doki Serisi; Çok başarılıydı ancak İspanyolca olduğu için tamamen anlaşılabilir değildi bizim için.
  • Minuscule; Bir Fransız efsanesi. Sanıyorum Selim’in hayvanlara yoğun ilgisi, onlarla kurduğu yakın bağ, hatta empati ve merhameti bu animasyon vesilesi ile oldu daha çok. 

Ve daha bir çok irili ufaklı çizgi film, animasyon vardı. Hippo & Dog, Bebe Mais, Pixar’ın çılgın animasyonları, Baby Toonz… Şimdilerde ise ilgi sinema filmlerine kaydı daha çok. Özellikle Buz Devri Serisi, Nemo, Beni Aya Uçur (Fly me to the Moon), Bee, Shark Bait, Shark Tale gibi. Bir de belgeseller var çok sevdiği. BBC’nin Life (Hayat) belgeseli, dinozorlar, köpekbalıkları belgeselleri, Microcosmos, bir de March of the Penguins diye bir tane var ki içlerinde inanılmaz bir şey. Müzikler, çekimleri müthiş. Tam Fransız havası hakim belgesele.

Bakugan Kaçınılmaz Olunca…

Bugün küçük kırılmalar dışında evimize sonsuz bir dinginlik ve huzur hakimdi. Dün Selim’in bir günlüğüne okula gitmesi ve buna binaen oluşan ayrılık her iki tarafı da yumuşatmış ve kadir kıymet bilme hali oluşmuştu belli ki. Üstelik İlter de şehir dışındaydı, onun gidişinin herkes için getirdiği yoksunluk ve yetimlik hissi de işin cabasıydı.  Evde adeta kelebekler uçuşuyordu.
Nezaketten kırılıyorduk üstelik. Teşekkürler, ricalar, sevgi sözcükleri havada uçuşuyordu. Kerim bile dingindi. Günlerdir süren şiddetli karın ağrıları azalmışa benziyordu. Selim’in süregiden alerjik astımının şiddetini arttırmasının da payı vardı Selim’in sakinliğinde elbette. Hareketli değildi bu yüzden. Günlerdir kısır döngüye giren Selim’in sapıtıklığı ve benim sertliğimle nerdeyse kafa göz kırdığımız, yüksek sesten, bağırış çağırıştan geçilmeyen ev bizimki değildi sanki. 
Hiç planlamadığım bir şekilde Selim’le vakit geçirirken buldum kendimi. Öyle uyumlu idi ki Selim ve öylesine nazik, daha o oynayalım, demeye başlamadan oyun oynamaya koyuldum ben onunla. Bir de baktım ki elinde Bakugan’ları geliyor bana doğru. Binbir rica ve minnetle aldığımız ama içimin bir türlü ısınmadığı bu oyuncakları görünce karşı çıkmak istediysem de günün anlam ve önemine binaen boyun eğdim isteklerine Selim’in.Gene de elime tutuşturduğu Bakugan’ı -Bakugan, savaş!- diyerek atmaya büyük direnç gösteriyordum ve aklım karışıyordu. -Bakugan, barış!-desem de olmuyordu. Başka bir çözüm bulmalıydım bu kirli oyuna.
Öncelikle -Bakugan, savaş!- repliğini çıkardım çaktırmadan oyun literatürümüzden. Selim’in kol saatine vurur gibi yaptığı ve -yetenek etkin!- diyerek fırlattığı Bakugan fırlatma aşamasına geldik sonra. İlk başlarda anlamadığım bu türden cümleleri yaşayarak öğreniyordum. Yetenek etkin, diyerek elimizdeki Bakugan’ın karşımızdakini mağlup etmeye yönelik yeteneğini devreye sokuyorduk sanırım. Örneğin Selim, -yetenek etkin- tekme gücüüüüüüü- diyerek Bakugan’ını fırlatınca ben de onu mağlup edecek bir başka yetenek yahut güç bulmalıydım. Bu hemen bir fikir verdi bana.
Oyun oynamak çok değerli olunca Selim için, benim isteklerime daha açık oluyor haliyle. Oyun arkadaşını küstürüp, kaçırmamak adına. Ben de utanarak söylemeliyim ki, bunu kullanıyorum bazen. Şiddeti işin içinden çekip çıkaracak yöntemler bulurken yapıyorum en çok bunu, yani masumane sayılır yaptığım. Şimdi de gene bu yola koyulmuştum. 
-Hmmm, aklıma bir fikir geldi, dedim hemen. Biraz oyunu bırakacağım endişesiyle, biraz da merakla bana baktı hemen Selim. 
-Bence beden gücümüzü değil de akıl gücümüzü kullanalım, biribirimizi yenerken, dedim. Anlatmaya devam ettim. 
-Mesela tekme gücü, yumruk gücü, kol gücü olmasın yetenek güçlerimiz..ne olabilir düşünelim, derken atıldı Selim.
-Beyin fırtınası yapalım! Bir kaç gündür bu deyimi kullanmayı arzuladığını biliyorum, nihayet yerli yerine oturtmuştu. 
-Hah, aferin, tam da öyle yapalım, dedim. Mesela şimdi ben atıyorum. Sen beni yenecek yeteneği bul bakalım.
diyerek elimdeki Bakugan’ı fırlattım;
-Yetenek etkin! ateş gücüüüüüüü… hadi şimdi sen benim ateş gücümü yenecek bir yetenek bul kendine dedim. Çizgi filmlerden aşina olduğunu sandığım bu türden bir girişle alıştırma yaptırıyordum.
-Yetenek etkin! su gücüüüüüüüüüüüü diyerek atıldı hemen Selim. 
-Hayır, olamaz, benim yeteneğimi yok edecek gücü nerden de bildin hemen, vay canınaaa, deyip tebrik ettim. Takdir edilmek pek hoşuna gitti her zamanki gibi. Şimdi ben atacağım ilk, dedi.
-Yetenek etkin! buz gücüüüüüü…
-Buz gücü mü? Imm, hemen bir şeyler bulmam lazım.. hah, buldum… Yetenek etkin! Ateş gücüüüüüü…. Biraz bozuldu Selim tabi, gücünü yok etmeme. Şevklendirmek için atıldım hemen.
-Bakalım bu gücüme bir şey bulabilecek misin, hiç sanmıyoruummm… işte geliyor… yetenek etkin!!! görünmezlik gücüüüüüü… Bir yandan da bu çocuk buna ne bulacak, daha ben bulamadım derken atıldı Selim.
-Yetenek etkin! Sivri göz gücüüüü (Yani keskin göz demek istiyor)
-Vay canına, gene mi buldun, aghhhhhhhh mahvoldum, görünüyorum diyerek attım Bakugan’ınımı yere. Sonra da tebrik ettim bol bol, beden gücünü değil de akıl gücünü kullandığı için.
Sıra ona geçmişti, atıldı biraz düşündükten sonra;
-Yetenek etkin! Acı bal gücüüüüü… haha, saçmaladı diye düşündüm içimden. 
-Acı bal gücü de neymiş, söyle bakalım, bana ne yapabilir ki bu? diye sordum.
-Bal senin her yerine yapışacak, içine girip, içindeki parçalarına yapışacak ve seni bozacak , deyince laf olsun diye söylemediğini anlayıp utandım içimdeki monologdan. 
-……..yetenek etkin! Tazyikli su gücüüüü.. diye uydurma bir cevap verdim en son… 
Artık ne yetenek, ne de onu etkisiz kılacak karşı yetenek bulabiliyordum. Sıkılmıştım ki atıldı Selim gözleri parlayarak. 
-Buldum anneeee… benim Bakugan’ımda herşeyi etkisiz yapan bir tuş var burada bak, şu parlak olan! diyerek nokta koydu bulunabilecek her yeteneğe. 
-Tebrik ederim, ne güzel çözümler buldun, bayıldım doğrusu. Aferin oğluma.. tabi biz dinozor değiliz ki koca bedenimiz, bezelye kadar aklımız olsun… Kocaman aklımız varken, üstelik senin gibi güzelce kullanabiliyorken ne gerek var dövüşmeye, vuruşmaya diyerek son dersi de vermek istedim. İstedim istemesine de içindeki şiddeti engelleyebildim mi, sanmıyorum.

BilimSelim – Korku & Filmler

Selim 2,5 yaşını geçene dek izlediği çizgi filmler, animasyonlar konusunda çok dikkatli oldum hep. Her ne kadar çok ihtiyaç duysam da, televizyon karşısına oturtup, şuursuzca terketmedim hiç Selim’i. İzledikleri yaşına uygun olsa bile safiyane bir biçimde güvenmedim bu bilgiye, önce kendim izleyip öyle izlettirdim ona. Benim de annelik paranoyaklığım bu konudaymış anlaşılan.
Selim’i sabitlemek zorunda kalmışsam da çok iyi bildiğim çocuk dvdleri ile başbaşa bıraktım ancak. 
4 yaşını geçip de okula başlayınca, hamilelik ve bebek derken esnedi kurallar istemeden, hatta ortada kural felan kalmadı. Şimdi en azından şiddet öğeleri içermeyen filmler veren TRT Çocuk Kanalı, Yumurcak Tv’de kalmaya çalışıyorum. Ancak bazen Selim’i acilen sabitlemem gerektiğinde diğer kanallara geçiyorum.  Erkek çocuğu-şiddet ilişkisinden midir bilmem bu tür filmlerden göz gözü görmeyen Cartoon Network’a bayılır durumda bir süredir. Her çizgi filmi şiddet, kan, kılıç, ejderha, yaratık, robot, savaş, silahla dolu berbat bir çocuk kanalı bana kalırsa CN. Samurai Jack, Hero 108, Saturday Family, Ben10, Bakugan ve daha ismini sayamadığım nice berbat şey içreen.  İlk izlediği zamanlarda yanına oturmaya özen gösterdim en azından. Bu filmlerdeki karakterlerin de, bu filmlerin de tamamen uydurma olduklarını, gerçek hayatta bunlardan kesinlikle olmadığını zikrettim bolca. Bu cümleleri tekrarlatıp durdu bana defalarca, kendini rahatlatmak istercesine.
Bir gün de korkusunu hafifletmek için elime kağıt kalem alıp, oturdum Selim’in yanına. “Hadi gel, seninle bir çizgi film karakteri yapalım, ama yaratık olsun, biz uyduralım bunu da, çizgi filmlerdeki gibi tıpkı.” dedim. Fikir hoşuna gitti. Zaten yanına oturup onunla bir şeyler yapma fikri bile tek başına memnun etmeye yeterdi Selim’i fazlasıyla. 6 gözlü, mavi renkli, çift kulaklı tuhaf birşeyler uydurmayı başardık en sonunda. Bir kez daha çizgi filmlerdeki karakterlerin de işte tam böyle uydurulduğunu, gerçek hayatta bunlardan kesinlikle olmadığını vs. anlattım. Anlattım anlatmasına da gündüz nispeten rahatlayan çocuk gece bizim yaratığımızdan bile ürktü de resmi çöpe atmak zorunda kaldık.
Bir süre sonra da korku hissi artış gösterdi Selim’de. Yatağına yatarken bizi de yanında istiyor, ışığını kapattırmıyor, geceleri kabus gördüğü için uykuya geçmek istemediğini söylüyor, velhasıl bir türlü uyumuyordu. Kimi zaman gölgeleri bir şeylere benzetip korkuya kapılıyor, kimi zaman yatak kenarlarındaki tahtaların çizgilerinden efsaneler üreterek irkiliyordu. Evin içinde gündüz bile olsa korkuyordu artık. Evde yalnızsak gölge gibi peşimdeydi devamlı. Komşulardan gelen her türlü sese yerinden zıplayarak tepki veriyor, yukardaki ablanın kedisidir, bir şey yok, diyerek de teselliye çalışıyordu kendisini.
Bir ara da uzaklara gittiğinde “Annecim seni çok seviyorum.”, “Babacım, seni çok seviyorum.” diye sesleniyordu. Başlarda sevgiden sarfettiğini düşünerek duygu seline kapılıyorduk böyle anlarda. Hatta bende hemen iç muhasebe hali başgösteriyor; “Bak çocuk benim çirkef anneliğime rağmen nasıl da sevgi sözcükleri sarf ediyor.” diye yakıyordum kendi içimi. Derken dikkatli gözlemleyince farkettim ki; Selim evin içinde tek başına bir odaya girmişse, gece uykudan uyanmışsa yahut ani bir ses duymuşsa ortaya çıkıyordu bu cümle. Sevgisini dile getirmek değildi esasında amacı, korktuğu için bize sesleniyor ve gelen cevapla herşeyin yolunda olduğunu bilmek istiyordu.  Durumu farkettiğimizi çaktırmadık gene de. Derken saftirik oğlum geçenlerde ele verdi kendini “Aslında korktuğum için sizi seviyorum diyorum.” diyerek. Ama her zaman da öyle değil, diyerek bir parça sevindirdi bizi.
Bir süredir de geceleri diş gıcırdatıyor. Derin psikanalizlere ve akabinde derin vicdan muhasebesine gark etti  bu eylem beni haliyle. Bana kalırsa Selim kötü bir gün geçirdiğinde dişlerini gıcırdatıyordu daha çok ve  çoğunlukla benden kaynaklanıyordu. Doktora danıştım bu konuda. Verdiği cevap gene tv ile ilgiliydi. Gündüzleri birşeylerden etkilenip korktuğunda, ki çoğunlukla izlediklerinden kaynaklanırmış bu, gece bu tip tepkiler verebilirmiş çocuklar. Nispeten rahatlatmıştı bu cümleler beni, zira aklanmış sayılırdım. 
Daha sonra geceleri -ben  korkuyorum-un şiddeti iyiden iyiye arttı. Selim’in odasına 5 dakikada bir  dönüşümlü olarak bir ben bir babası girip çıkıyorduk ve saatler böyle geçiyordu. Ben delirdim nihayetinde. Bundan sonra Ben10, Bakugan, ejderhalar, cumartesi ailesi ve onun gibiler yok. Onları izleyince geceleri korkudan yatağında bile duramıyorsun bak. Odanda gördüğün her cismi filmden bir yaratığa benzetiyorsun. Zaten bu tür çizgi filmler için yaşın küçük, izletmekle hata ediyorum sana, dedim kızgınlıkla. Bunun üzerine “Tamam anne, Hero 108 yok, Cumartesi Ailesi yok, ama Bakugan’ı izleyeyim, onu seviyorum ve korkmuyorum.” dedi. İkna olmadım elbette.
Ertesi sabah kararlılıkla açmadım CN ve onun gibileri. Bakugan saatleri yaklaşınca bir telaş aldı Selim’i. Mırıldanmaya başladı kendi halinde, oldukça sakin;
“Renkler ne güzeeeel, 
Sarı, kırmızı ve mavi
Mavi, mavi, mavi 
En sevdiğim renktir
Ve Bakugan’ın rengidir
Bakugan’ların renkleri çok güzeldir
Sarı, kırmızı ve mavi
Mavi, mavi, mavii
Bakugan’ların renkleri çok güzeldir.” 
-Anne gördün mü, Bakugan kötü bir çizgi film değil, hiç korkutmuyor beni, güzel şeyler, renkli şeyler var onda, diyerek sözümona Bakugan’ı aklayıp, ona giden yolu açıyordu. 
Ah Selim, canım bilimsel Selim.