Monthly Archives: March 2011

Çalınmış Güzellik*

Dün, yüzümün eski günlerdeki gibi incecik olduğunu gördüm düşümde.  Dolayısı ile mütebessim bir giriş yaptım güne. Şimdiki zamanda, tam şu anda, zahmetsizce geri gelen narin yüzümün aksini görünce aynada, o tatlı hisle uyandım sabaha. Aynaya bakmadım tüm gün özellikle, o his içimde saklı kalsın diye. Şu his peydahlandı içimde bir de; Rüya olan dönüşecekti pek yakında gerçeğe. Diyetler, kısıtlamalar, zorlamalar, ikide bir tartıya çıkıp, bir sevinip iki ağlamalar olmadan, kendiliğinden, rahatça hem de. Ah, keşke!
Selim’den önce kilo sorunu nedir bilmedim ben. Ömrüm boyunca ince, narin, nazenin idim bildiğim. Anımsıyorum da bir zamanlar  kilo almaya dahi çalışmışım. Bendeki büyük fiziksel dönüşüm doğumdan sonra oldu. İlk 6 ayı saymazsak, 70 kilonun altını görmedim bir daha. Kiloların gideceğine dair yılgınlığa düşsem de ara sıra,  ümidimi korudum çoğunlukla. Lakin 5 yıl oldu, benim gündelik misafir addettiğim kilolar  önce yatıya kaldı, ardından ev sahipliğine soyundu. Şimdi bünyemle pek kaynaşmış vaziyette, istedikleri gibi fink atıyorlar dışarda ve içerde. Üstelik diyetler, diyetisyenler eşliğinde zar zor eksilen 10 kiloyu da, ikinci bebeği fırsat bilip geri kattılar bünyelerine. Ümitvarım, lakin Hipotrioidi hastalığı da eklenince üstlerine, yapıştılar iyiden iyiye ve ümidimi korumak güçleşiyor bu halde. Dolayısı ile pek kıymetli idi hissettirdikleri ile rüyamın kendisi.

Her ne kadar kilolar  bedenimi sahiplenseler de ben onları benimseyemedim, şişmanlığı kabullenemedim. Eskiden alışverişe çıkmaya fırsat arayan ben şimdilerde kendime dair birşeyler bakmayı mümkün olduğunca erteliyorum. Çok çaresiz kaldığımda ancak giyecek birşeyler alıyorum. Çarçabuk ve özensiz! Dışarı çıkmayı sevmiyorum bu sebepten. Nitekim evde kendi halimde, abdalımsı kıyafetlerle, aynalardan yüzümü çevirerek mutlu mesut yaşıyorum. Lakin ne zaman dışarı çıkmaya kalksam, mecburen aynaya bakıyorum ve gerçekliğimle yüzyüze geliyorum. Kendimden gizlediğim hoşnutsuzluğum ayyuka çıkıyor vesselam. Bu sebepledir ki, dışarı çıkacağım zamanlar, oldukça tahammülsüz, alabildiğine sevimsiz ve çekilmez oluyorum.

Eski arkadaşlarla görüşmek istemiyorum mesela, o şaşkınlık ifadesi ile karşılaşmak, hele ki densiz sözler duymak istemiyorum. Yeni insanlarla tanışmak istemiyorum, nitekim ilk izlenimi mundar etmek istemiyorum. Memlekete gidemiyorum, bilhassa annemin fazlasıyla açıksözlülüğünden nasibimi almak istemiyorum. Nitekim annem en son İstanbul’a geldiğinde, beni en uygunsuz pozisyondayken yani Michelin* gibi katlanmış göbekle oturmuş vaziyetteyken  yakalamış ve ben -işte geliyooor!- korkusuyla yüzüne dahi bakamazken; -kim derdi ki benim narin kızım bu hale gelecek diye!- diyerek bombayı patlatmıştı. Üstelik dediğine göre bir kaç gündür moralim bozulmasın diye kendini de tutmuştu. 

Bir de kayınvalide tarafı var bu durumun. Kayınvalidem epeyce güzel ve bakımlı bir kadındır. İncecik, oldukça hoştur. Dış görünüşe ziyadesiyle önem verir. Hatta bu durum önem verdiklerinin başında gelir. Beni her gördüğünde yaşadığı hayal kırıklığını da anında sezdirir. Üstelik sezdirmekle de kalmaz, her karşılaşmamızda, -kilo vereceksin değil mi?- diyerek içindekini de dillendirir. Sevgili oğlunun yanına yakıştırmaz bu halimi bilirim.  Kötü niyetli değil, annem gibi tutamaz kendini onu da bilirim, lakin ya ben  neyleyim, ne diyeyim? Üstelik benim bir şey demiyor olmam onlarda bu devasa bedeni kabullenmişim izlenimi  uyandırıyor ve  diller daha da uzuyor, onu da bilirim. Bir de yetmezmiş gibi sineye çektikçe yemeğe saldırırım ve bu kısır döngü içersinde büyür de büyürüm! Enine!

Dün evin telaşesi içinde devinip dururken aynaya ilişti gözüm gayri ihtiyari. Manzara felaketti. Fazlasıyla haşır neşir olduğum çamaşır suyuyla lekelenmiş tişört göbekle havalanmış, altta şekli ve şemali tamamen dağılmış pijama enine genişleyerek, bünyemi daha da abartmış, saç baş banyo buharı ile iyice kabarmış haldeydi. Tişörtümü düzeltmeye yeltenirken iğrendim bu görüntüden ve İlter’e seslendim -sence bu güzelliği, bu seksalepiteyi neye borçluyum?- dedim. Yetmedi, -benim bunca güzelliğimin seni ezmesin, kendini yanımda kötü hissetmeyesin- diye öz alaylarıma devam ederek bir de kocanın gözünde kendimi rüsvay ettim. Bir zamanlar kendinden memnun olan o kadın gitmiş, yerine kendi görüntüsüne tiksinti ile bakan bir kadın gelmiş vesselam, acıyla farkettim.

İki tane güzel çocuk bahşedildi bana. Binlerce şükürler olsun Allah’a.  Lakin sanki bende olan ne varsa , aklım dahil onlara akmış, bana da bu yozluk  kalmış. Ve gün boyu bakıp da doyumsuz güzelliğime (!) kah –Endamın Yeter- şarkısını, kah  “Güzel ne güzel olmuşsun!”*** şarkısını döndrüp durdum içimde.

—————————————————————————————————————-

*Çalınmış Güzellik– Sevdiğim filmlerden biri. İsim ordan.
**Michelin benzetmesi elma yarım, bilge yanım Karmaşıksarmaşık‘tan.
***Pejmürde hale  ithafen söylenen bu şarkı da Isoon‘dan dolandı dilime. Bir de Yaruze ile konuşmamızdan kalan.

Dalgalı Günler – II

Pazartesi gününe tam bir dalga hareketi hakimdi. Üstelik periyodu azalan  nitelikteydi. Tepe noktası, sönme noktası, artan & azalan frekansı, üst üste binen dalgaları ile sahiden de şaşırtıcı idi. Gün güzel başladı. Nitekim ev temizdi. Keyifle dağınıklığı topladım. Çocukların kahvaltı ve tuvalet fasılları bitti. Ekrana bakıp, sadece gezerken ve yazamamaktan bir nebze burukken gene de mesuttum. Nitekim klavyem hepten çığrından çıkmıştı, ascii karakterler bile işe yaramıyordu. Bir gölge gibi takip ediyordum blogları. Komşu gezmelerine habersiz katılıyordum vesselam. Bu sırada bir telefon geldi. Şeyma’m idi arayan. Günüm aydınlandı o narin, nazenin ses ile. Daha da mes’ud oldum.
Öğlen Kerim’e yemeğini getirirken  nasıl oldu bilmem elimdeki tepsinin altında kalan Kerim’e diz attım. Toparlayayım derken ayaklarım birbirine dolandı, dolanırken Kerim’i de araya kattım ve çocuk kafa üstü arkaya yattı. Tepsiyi bırakıp Kerim’e koştum. Kerim çıldırmış gibi ağlarken Selim titremeye ve kızgın sesler çıkarmaya başladı. Kardeşinin başına bir şey geldiğinde bu türden asabiyet krizlerine girdiğinden -Birşeyi yok, sakin ol!- dedim Selim’e. -Ben ona üzülmüyorum anne, ona bu kadar ilgi göstermene kızıyorum- dedi. Kalakaldım. Bir süredir hiç görmediğim kıskançlık alametleri göstermeye başlamıştı ama böylesine aşikar etmemişti. -İnşaallah benim de başıma bir kaza gelir de, bana da böyle davranırsın!- diyerek sonlandırdı konuşmasını ki beni derbeder etti. O günden bu yana davranışlarımı sorgulamaktayım.
İkindide Selim’le Can (Canko&co.) ve Erin‘e birşeyler hazırlamak üzere işe koyulduk. Lakin Kerim uyanıktı. Ve Selim’in yaptıklarını bozmak için can atıyordu. Önüne ne koyarsak koyalım istikametini değiştirmeyi başaramıyor, rotasını öte yana çeviremiyorduk. Selim iş yaparken ben devamlı Kerim’e meşgale bulmak, olmadı elimle durdurmakla meşguldüm. Bu engellemeler sırasında tek ayağı üzerinde neredeyse ayağa kalkma hamlesi yapan Kerim kapıya tosladı ve hafif sandığım acının büyük olduğu Kerim’in canhıraş ağlaması ve morarmaya yüz tutan yanak kemiğinden anlaşıldı. Şükürler olsun ki daha ciddi birşey olmadı.
Akşama doğru bir telefon daha geldi. Bir süre önce Yemeksepeti.com’dan Ziya’ya sipariş vermiştim. Gelen sipariş berbattı. Bambaşka bir menü, eksik gedik konulmuştu. Biz de çok aç olduğumuzdan yedik, yedikten sonra da arayıp şikayetlendim. Bir başka siparişe telafisi yapılacağı söylendi. Konu kapandı. Lakin ben bir de siteye yorum bıraktım. Biraz da acımasızca yazdım. Arayan Ziya’nın sahibiydi. Çok samimi bir biçimde özür diliyor ve büyük bir ısrarla gelin misafirim olun, sizi çok üzmüşüz diyordu. Utandım bu kez. Nitekim Koşuyolu Şubesi’nin ilk yemeksepeti siparişi imiş benimkisi. Ben de özür diledim, ilk olduğunu bilsem o şekilde yazmazdım dedim. Üzülmüştüm sahiden de.
Pek muhterem, çok muhteşem kocam; İlter, arkadaşlarıyla sohbete dalıp bir cafede, eve geç geldi. Dolayısı ile klavyeyi de geç getirdi. Çocuklar uyudu. Ortalık sakinledi. Kahvemi koydum. Gene çok mesuttum. Bir heves oturdum ekran başına. Çok sevdiğim bloglardan olan Canko&co.’ya bir göz attım. O da ne? Esra kapatıyormuş blogu. Sebeplerini anladım anlamasına da içime bunu anlatamadım. Bir hüzündür çöktü üzerime.  Akşamım ağırlaştı, taşıyamakta zorlandım. Yazı yazamadım. Uyumaya yollandım.
Arkası Yarın….

Dalgalı Günler – I

Cumartesi günü dışarı çıktık ve o günden bu yana bir dingin, bir dalgalı halet var üzerimizde, evimizde. Anneme sorsan, nazar der, eminim. Çarpılmışa döndük, haklı olabilir nitekim. Olaylar silsilesi başgösterdi eve girdiğimizde. Ahali fazlaca gezmenin etkisi ile hasretle kucaklaştı evle. Selim oyuncaklarına koştu, Kerim böceğimsi gezinmelerine ve kaynaşmalara koyuldu, İlter herkese derhal portakal suyu koydu ve ben de rehavetle koltuğa yığılıp, ekran başına oturdum. Ne olduysa orada oldu ve duble bardaktaki portakal suyu önce dikey, sonra yatay atış hareketi ile uçuşa geçti. Tuttum, tutayım derken neredeyse tamamı laptopun klavyesine isabet etti. Üstelik ayaklarımın altında Kerim. Şükürler olsun ki bunca hengame içinde bardak kırılmadı, Kerim’e bir zeval gelmedi. Sadece boca olan yapışkan sıvı vardı alabildiğine her yerde. Masadan şıpır şıpır damlayanlar, koltuğa saçılanlar, Kerim’e ulaşanlar, sandalyeye bulaşanlar, benim üstüme yapışanlar… Tam bir rezaletti. Üstelik ben ayağımı dahi yere koyamazken, Kerim önce şaşkınlık, ardından keyifle dökülen sıvı ile oynamaya koyuldu. Hangi birine yetişeceğimi bilemedim. Selim ise şaşkınlığını atlattıktan sonra kahkahaya boğuldu. Sinir bozucu bir durumdu.
Laptopu ters çevirip ortalığı temizlemeye koyuldum. Bir kaç kez üstünden geçtim temizliğin.  Daha oturmaya yeltenmeden bir başka kazaya şahit oldum. İlter’in, masaüstünde unuttuğu ütünün sarkan kablosu, kablo delisi Kerim tarafından aşağıya çekildi. Ve o an tam bir ağır çekimdi. Ütü ağırca aşağıya uçarken ben seyre daldım dualar ederek. Ve şükürler olsun ki tam altında duran Kerim’e değil hemen yanına isabet etti. Kerim canhıraş biçimde ağlarken ben de İlter’e söyleniverdim vakit kaybetmeden. Bu sırada neyse ki İlter unuttuğumuz ekmeği almak için dışarda idi. Evde olsa o kriz anında iyi de bir kavga patlak verebilirdi. Geldiğinde benden ziyade Selim saldırıya geçti. İlter alabildiğine endişelendi. Gece yarısında farketti ki sokak kapısı da açık unutulmuş idi.

Kerim’in saat başı uyanıklığı ve gözler kapalı devamlı ağlaması ile sabahı ettik. Pazar günü  nispeten dingindi. Bir tek klavyemin hali içler acısı idi. Nitekim zar zor çalışan tuşları göz göre göre kaybetmekte idim. Kart kurt sesler eşliğinde -space- tuşu gitti. Ve anladım ki bu tuş çok kıymetli idi. Su gibi, ekmek gibi idi hatta. Onsuz hiçbirşeyi dile getirmek mümkün değildi. Tuşu tamamen sökene dek bir ümit düzelir dedim, ancak bekleyişim nafile idi. En son içindeki malzemeyi de koparıp atınca İlter, ümidimi tamemen kestim.  Üstelik bu laptopun üçüncü arızası idi ve gönlüm bir kez daha tamire göndermeye, eskimiş bu alete  yatırım yapmaya meyilli değildi.

Yazamayınca da içimde epeyce şey birikti. Sanırsın cümleler benimle alay etmek üzere biraraya gelmişlerdi, üstüne bir de dil çıkarıp -yakalayamazsın ki, yakalayamazsın ki- demektelerdi şımarık çocuklar gibi. Yakalayamadım gitti.

Bu günün dalgası ve dalgasının da tepe noktası Selim’in her zamanki gibi dört duvar esnasında koşması, kudurması, kendini ordan oraya deliler gibi savurması sırasında kapıya kafa ve omuz atması oldu. Kolay ağlamayan Selim böğürerek ağladı, üstelik buz koymamızı kendisi teklif etti. Şükürler olsun ki bir kaç ufak morlukla atlattı bu kazayı. Ve Pazar bitti. İlter’le ortaklaşa yaptığımız temizlikle neticelendi üstelik.

—————————————————————————————————————

*Tam bu yazıyı yazarken mail, yorum bombardımanına tutuldum dün. Bloglar kapanıyor diye. Elim ayağım birbirine girdi. Velhasıl Dalgalı Günler 2 bölümden oluşan bir seri olacakken dünün de etkisiyle bir seriye dönüşebilme yetisi kazanıverdi:)

**Yazıyı da normalleşmek adına buraya gönderiyorum. Bu bulutlu, sersem sepelek hava dağılsın diye